TÜRKİYE tek bir imzaya kilitlendi kaldı. “Dr. Kurmay Albay Dursun Çiçek’in imzası gerçek mi, sahte mi?
Askeri savcılıkta neden değişik imza attı?”
Oysa... “Islak imzanın olduğu orijinal kâğıt belge” yoksa bütün bu sorular havada kalır, hukuki kanıt oluşturmaz.
Ayrıca ister diğer imzaları, ister askeri savcılıkta attığı farklı imza, her ikisi de shop’lanabilir.
Yani... Ekrana yazılmış olan metnin altına dijital yöntemlerle yapıştırılır.
Bütün bunlar “patinaj...”
Olduğu yerde dönen otomobil tekerleği gibi bir soruşturma, araştırma ve inceleme gösterisi.
Harddisk izi
MADEMKİ ıslak imzada kâğıt üzerindeki derinlikler incelenerek “gerçek” ya da “sahte” sonucuna varılıyor o halde bundan başka yöntemlere başvurmak gerekir. Albay Dursun Çiçek’e ait olduğu iddia edilen imzalı metin, Ergenekon sanığı eski Üsteğmen-Avukat Serdar Öztürk’ün bilgisayarında bulunmuş. Uzmanlar, Öztürk’e ait o bilgisayarın harddiskini inceleyerek Çiçek imzalı metnin nasıl, nereden, ne zaman geldiğini bütün ayrıntılarıyla saptayabilirler.
Eski Adli Tıp Başkanı Prof. Dr. Sevil Atasoy, harddisklerin izleri sürülerek Çiçek imzalı metnin bilgisayar zincirinde, her ekrana nereden, nasıl ve ne zaman geldiğini geriye dönük olarak tek tek saptamanın mümkün olduğunu söylemişti.
Yani... Albay Çiçek imzalı metnin yol haritasını çıkaracak yüksek teknoloji Türkiye’de var.
Hem jandarmada, hem de Emniyet Genel Müdürlüğü Bilişim Suçları biriminde... Hem sivil, hem askerde aynı teknolojinin ve uzmanların bulunması çifte iz sürme ve çifte sonuca varma gibi bir güvenlik avantajını da sağlıyor.
İki kurum birbirlerini denetleyebilir, hiçbir şey hasır altı edilemez.
Büyük olasılıkla Jandarma ve Emniyet Genel Müdürlüğü bu süreçteler.
Belki de bazı sonuçlara vardılar ama kesinlikle emin olmak için henüz açıklanmıyor.
Konunun uzmanı olmayan benim Prof. Dr. Sevil Atasoy’dan aldığım bilgilerle yansıttığım “harddiskle iz sürme” yönteminin Emniyet’in ve Jandarma’nın/Ergenekon savcılarının ve Genelkurmay’ın bilmemesi mümkün mü?
Germeyin
BİLMEDİĞİMİZ başka bir neden ya da duyarlı özellik yoksa, durum, bu kadar net...
Eğer tam emin olmak için birkaç kez daha sonuç çek ediliyorsa bile uzatmanın “sosyal, siyasal ve özellikle kurumsal maliyeti” de dikkate alınmalı. Toplum, “darbe travmasına” giriyor.
Hem de böyle bir şeyin olamayacağını algılamasına rağmen... Siyaset geriliyor...
“Albay Çiçek’i yargılayamıyoruz, o halde 29 yıl önce darbe yapanları yargılayalım” gibi su dökme yarışına dönüşüyor.
Ve... Kurumlar yıpranıyor. Aşınıyor. Hem siyasi partiler, hem de asker...
Daha dün bu köşede George Liberman’ın Türkiye’yi bölgenin en büyük gücü olma adayı gösteren kitabından satırlar yansıtmıştım.
Orada görünmez mürekkeple “Tabii Türkiye’de birileri akıllarını peynir ekmekle yemezlerse” diye yazılmış satır arasını da kayda geçeyim.
YAMYAM
ŞÖYLE bir söylem önünde saygıyla ayağa kalkarım.
“Kapitalizm, önce sosyalizmi yedi... Şimdi de kendini yiyor.”
Yaşanmakta olan küresel ekonomik krizin açık anlatımı budur işte. Tam tersi süreci de, Sovyetler’in başını çektiği sosyalizm yaşattı.
Sosyalizm de çok geniş bir coğrafyada önce kapitalizmi yedi, sonra da kendini...
Ne yazık ki, ekonomik sistemleri ve bunların dayandırıldığı sosyal ve siyasal modelleri insanlık kutsallaştırıyor, dokunulmaz “put”lar haline getiriyor.
Çağımızın en güçlü silahı olan iletişimin olağanüstü beyin yıkama ve tek tip zihniyet yaratma büyüsüyle transa geçmiş kitleler oluşuyor.
Francis Fukuyama o kadar ileri gitmişti ki, kapitalizme dayalı liberal modeli “tarihin sonu” ilan eden kitap yazmıştı. Artık dünya daha başka bir modele geçemeyecekti.
Neyse ki, Fukuyama sonraları biraz da geleceğin farklı olabileceğini görerek hafif bir viraj almayı denedi.
Ama... Bir yazar viraj alabilir de, büyülenmiş ya da transa geçmiş küresel ekonomi, işte böyle kendini dağıtır, tıpkı aç kalan canavarın kuyruğunu yemesi gibi o da kendini yiyerek hayatta kalmaya çalışır.