Şimdilerde, Yüksel Caddesi’nde, çiçeğe durmuş, tomurcuklanmış ağaçların altında, İnsan Hakları Anıtı’nın önünde, çiçekler arasında yine açlıkla sınanıyor insan bedenleri. Tam 145 gündür İnsan Hakları Anıtı’nın önüne gelen, “İşimi geri istiyorum” pankartıyla sessizce duran insanlar, defalarca gözaltına alınmalarına, soruşturulmalarına, nezarethanelerde sabahlamalarına rağmen eylemlerinden vazgeçmiyor. Biri ÖYP’li akademisyen Nuriye Gülmen.
Biri, eşiyle birlikte öğretmenlikten ihraç edilen, çalıştığı bölgede, “himmet” ödeyenler mesleğini sürdürürken, sakıncalı bulunup meslekten atılan Semih Özakça. Gülmen ve Özakça tam 25 gündür süresiz ve dönüşümsüz açlık grevinde.
Ulucanlar Cezaevi’ne düzenlenen, 10 mahkûmun yaşamını yitirdiği, Burdur Cezaevi’ne düzenlenen, Veli Saçılık’ın kolunu kepçe darbesiyle kaybettiği operasyonlardan bir süre sonraydı.
2000 yılının en sıcak günlerinde, cezaevlerinde F tipi cezaevlerinin açılmasını engellemek için açlık grevi ve ölüm orucu eylemleri başlatıldı.
Eskiden bu kentte, gece yarıları telsiz ve silahlarla kapısına gelenler tarafından kaçırılan insanların ölüleri, bir yol kenarında işkence edilmiş halde bulunurdu.
Bazı insanlar, akşam saati evlerine dönerken enselerine sıkılan kurşunla verdiler son nefeslerini.
Bazıları da bütün kentin yerini bildiği, o dönemin yetkililerinin, “Ne JİTEM’i, yok öyle bir şey?” diye varlığını yalanladıkları JİTEM merkezinde.
O cinayetlerin dosyaları raflardan indirildikten sonra, kumpas operasyonlarının parçası sayılıp yeniden bir kenara atıldı.
Kimin ne yaptığının gayet iyi bilindiği dosyalar için gözler yeniden kapatıldı.
***
Eskiden Diyarbakır’dan belirli aralıklarla “Diyarbakır’da yeni hayat” haberleri yapılırdı.
Bir yandan yol kenarına bırakılmış insanların cenazeleri kaldırılırken, diğer yandan akşam saatlerinde ışıklarını yakmış dükkânların fotoğrafları çekilir, artık ne kadar da yaşamın değiştiği anlatılırdı.
›› Anadolu’nun dört yanındaki üniversitelerde neler olup bittiğiyle birileri ilgili mi? Emeğiyle çalışıp kurumuna katkı sunmak isteyenlerin yanında gizlenip, sadece milliyetçi sloganlar atıp, “işini yürütenlerin” yaptıklarıyla...
İntihar eden akademisyen Mehmet Fatih Traş, yaşamını sonlandırmaya karar verdiğinde, muhtemel ki ölümünün bir şeyi değiştirmeyeceğini, akıllarda, vicdanlarda bir iz bırakmayacağını biliyordu.
Muhtemel ki eninde sonunda zaten ölecek olmamız seçimini etkilememişti.
Uğradığı haksızlığı anlamıyordu.
Tam o noktada, yani sadece bir bildiriye imza attığı için dışlandığı, çok yakın bildiği insanların sırtlarını döndükleri, bir dilim ekmek için yalvarması gerektiğinin ima edildiği, kimseye kötülüğü dokunmamışken bütün kötülüklerin sorumlusu sayıldığı, kapıların bir bir yüzüne kapandığı o noktada, büyük sözlerin bir anlamı kalmamıştı.
Muhtemel ki yanına gelip omuz vermeye çalışanları çok seviyordu.
›› Dışarıdan bakan birinin kolay anlayabileceği bir ülke değil burası. FETÖ’yü deşifre eden Ahmet Şık’ın yeniden tutuklanmasından darbecilerle slogan atanın aynı kefeye konulmasına kadar uzuyor adaletsizlik. Zaman sonuçta onarsa da bazı hataları, insanların kalplerinde yaralar kalıyor
Daha iyisini, daha adil olanını istemek varken, bazı kesimlerin hasret duyduğu 1990’ların sonu, 2000’lerin başında DGM başsavcılıkları bütün heybetiyle ülkenin kaderinde söz sahibiydi.
O dönemin en güçlü isimlerinden biri de Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’di.
Televizyona bir kaset mi sızdırıldı, odasına girme hakkı verilmiş sınırlı isimler hemen sorardı: “Soruşturma var mı?”
“İnceliyoruz” yanıtı ertesi gün atılacak başlıklar için yeterliydi, oysa ortada ne hukuki bir adım, ne gerçek bir inceleme vardı.
Gazete kupürleri sonradan dosyaya konulur, incelemeden soruşturmaya dönüştürülecek dosya da böylece yaratılırdı.
›› Aslında tüm bunların hiç yaşanmaması gerekiyordu. Kötü bir kaderin kurbanı olmak değil olan biten. Terminolojik olarak, kader dediğiniz de neticede kimin ne yapacağının, hangi tercihleri kullanacağının bilinmesi...
›› Mahkemeler görevini yapsaydı zaten aramızda dolaşmıyor, halk otobüsünde şoförlük yapmıyor olacaktı. Suç işlemeyi alışkanlık haline getirmesine ve defalarca yargılanmasına rağmen cezalarının ertelenebilmesi, cezasında iyi hal indirimi yapılması zaten skandaldı.
Aldığı cezaya rağmen ertelenmiş cezalarının
infazı için zamanında harekete geçilmemesi ise
o büyük trajediye yol açtı...
Yargının işi zor!
Bugünkü üç dosya suskunluk, cezasızlık ve adalet üzerine. ‘Bunlar başka ülkelerde olmuyor mu?’ diyebilirsiniz. Oluyor elbette, lakin suçlular yerine mağdurlar suçlanmıyor pek çoğunda...
Üç dosya anlatacağım bugün size.
Suskunluk, cezasızlık ve adalet üzerine.
Başlık değişebilir dosyalardan her birine göre.
“Türkiye’de çocuk olmak”, “Kız çocuğu olmak”, “Türkiye’de olmak” da denilebilir pekâlâ.
“Bütün bunlar başka ülkelerde olmuyor mu?” da diyebilirsiniz.
Cuma günü hocalar ve öğrencileri Cebeci Kampüsü’ne elma ağacı dikti.
Bütün bu şairlerin Ankara’yı sevmelerinin bir nedeni olmalı değil mi? Bahar geldiğinde Cebeci’ye yürümek, baharı içine çekmektir. O yolu yürüyenler bu kenti neden sevdiklerini de gayet iyi bilirler
İlk cemre havaya düşüyor bugün.
Bahar geliyor.
Yaşamayanların sevemeyeceği, esasında gezip görüldüğünde de sevilecek bir tarafı olmayan Ankara’ya bahar geldiğinde Cebeci’ye yürümek, baharı içine çekmektir.
Türk Dil Kurumu’na göre, “iltisak”, “kavuşma, bitişme, birleşme” anlamlarına geliyor.
Kim kiminle kavuşuyor belirsiz ama TDK’nın sitesine göre milyonlarca kez anlamı sorulan sözcük için günlük arama rakamı binleri bulmuş.
KHK’da ise şöyle geçiyor:
“.....Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilen...”
“Olduğunun değerlendirilmesi” oldukça geniş bir çerçeve.
Kanıt varsa mensubiyet değerlendirmesi kolay.
“İltisak veya irtibatın” içini doldurmak ise niyet işi.
***