Kadın erkek eşitsizliği sorununa çok küçük yaşta kafa yormaya başlayan Gülüzar'ın hikayesinin anlatıldığı Run Gülüzar Run isimli kitabın yazarı Ayşegül Kocabıçak, kitabın ve Gülüzar'ın hikayesini anlattı. Ben sordum o cevapladı; size de okuması düştü :)
Run Gülüzar Run başlığı Forest Gump'taki Run Forest Run'a bir gönderme. Neden böyle bir kitap adı tercih ettiniz?
Aslında isim üzerinde çok çalıştık. Yaklaşık iki sayfa dolusu isim önerisi arasından Run Gülüzar Run, en başından beri hep kitap Genel Yayın Yönetmenimiz sevgili Deniz Yüce Başarır’ın tercihiydi.
Onun sayesinde bu isme karar verdik.
Kitapta da aynı adla başlayan bir bölüm var ama bu isimde karar vermemizin asıl nedeni, Run Gülüzar Run, Gülüzar’ın hikayesini baştan sona özetleyen bir isim. Run… run kalıbı onun Batı’ya olan acemi hayranlığını, Gülüzar, doğduğundan beri taşımak zorunda olduğu yazım kurallarına göre hatalı ismi ve Türkçeye çevrildiğinde “Koş Gülüzar Koş” diyerek de Gülüzar’ın bitmek bilmez özgürlük tutkusunu, hevesini anlatıyor.
Run Gülüzar Run'ı size yazdıran neydi? Nasıl başladı kitabın öyküsü?
Gülüzar, sadece bir öykü olarak başladı.
Günübirlik bir Bursa gezisinde, şehrin her yanını saran türbeleri ve mezar taş
Kuru cilt diye sözlüğe baksanız karşısında Gizem Aydoğan yazdığını görebilecek kadar kuru bir cildim var.
Hele mevsim geçişlerinde burnum, kaşım, gözüm, karnım, bacaklarım yani her yerim pul pul dökülür. Kuru cilt demek aynı zamanda kaşıntı da demektir. Cildi kuru olanlar ne demek istediğimi anlayacaktır.
Kuru ciltli olmama rağmen de nemlendiricilerden de vücut yağlarından da pek hazetmem. O yağlı hissi sevmiyorum. Dünyanın öbür ucundaki balıkçıların, Everest'e tırmananların, deniz dibine dalanların, sıcak çöllerde gezenlerin; kimin olursa olsun önerdiği yağlar ve kremler genelde bana hep çok yağlı gelir. Dolayısıyla her seferinde kremlenenleri duydukça özensem ve duştan sonra bütün vücudumu nemlendirsem de maksimum 10 dakika dayanabilir ve kendimi tekrar suyun altında sabunlanırken bulurum. Beğendiğim ve cildime iyi gelen nemlendirici ve vücut yağları sayılıdır.
Yine bir gün bu fikrimi değiştirecek bir ürün de var mıdır diye düşünürken Bio Oil'in deneme ürünü geçti elime.
Gelen ürünleri mutlaka dener, yorumlarımı da kah sevdiklerimle kah sosyal medyada paylaşırım. Marka üreticileriyle de mutlaka iletişime geçer geri bildirim veririm.
Bio Oil'i de geçen gün deneme fırsatım oldu. Önce
Yarın sabah uyandınız.
İlk aklınıza gelenlerden biri dolabınızdaki kıyafetleri düşünerek günün kombinine karar vermek olacak muhtemelen.
'O siyah etekle o gömlek uyar mı?', 'Siyah pantolonun üstüne mavi hırka giysem nasıl olur?', 'Bu takım elbiseyle şu montu giyebilir miyim acaba, güzel durur mu?'
Ne zor değil mi?
Düşün düşün insan deli oluyor.
Size göre o an daha kötü bir ikilem olamaz di mi?
Ama var.
Görme engelliler bunların hiçbirini yapamıyor.
Senelerce giydiğimiz pantolonlar...
Okul çantaları...
Kitaplar...
Kalemler...
Kıyafetler...
İnsanlar...
Evler...
İşler...
Bugüne kadar ben kimseden bir şey istemedim diyen varsa orasını bilemem ama bir tutam tuzdan ciddi fedakarlıklara kadar hepimiz mutlaka bir şeylere ihtiyaç duymuş ve bunları yakınımızdakilerden istemişizdir.
Peki, nasıl istiyoruz?
Toplum değerleri mi yoksa yaradılıştan mı kaynaklanır bilmem istemeyi bilmiyoruz.
Yardım istemeyi
İyilik istemeyi
Fikir istemeyi...
Aklınıza gelebilecek her şeyi katabilirsiniz bunun içine.
Üstelik sadece birinden değil evrenden veya yaratıcımızdan da bir şey istemeyi bilmiyoruz.
Anne değilim. Belki olurum bir gün kim bilir.
Dolayısıyla bu yazıyı bir anne olarak değil bir anne adayı, bir annenin arkadaşı ve bir anne evladı olarak yazıyorum.
Anne dediğimiz varlığı yüceltmenin veya idealleş annelere yapılan en büyük haksızlıklardan biri olduğu kanısındayım. Neden mi?
Bahsi geçen kişinin "anne"den önce bir "insan" olduğunu unutuyoruz da ondan.
Anneleri bitmek tükenmek bilmeyen bir şefkat, sevgi, güven, özveri, sabır ve daha pek çok şeyin kaynağı olarak görüyoruz.
Anneliği bir kadının hayatında ulaşabileceği tek ve en yüksek mertebe gibi düşünüyor, anne olmayan/olamayan kadınları eksik kabul ediyoruz. Üstelik anne olmaları da bize yetmiyor.
Fiziksel veya ruhsal sağlık sorunları ile normal doğum yerine sezaryen doğumu tercih etmiş annelere "Dayanıksız", "Kolaya kaçan" yorumu yapabiliyoruz.
Endişeleri için gereksiz damgası vuruyor ve evhamlı etiketi yapıştırıyoruz.
Bazı insanların gidişi ailenden birinin gidişi gibi acıtıyor insanın canını.
Chris Cornell öyleydi.
Sadece şarkılarını dinlediğim adamlardan biri değildi. Ağladığımda dinlemek istediğim adamlardan biriydi.
Sevindiğimde dinlediğim adamlardan biriydi.
Dinlediğimde sevindiğim,
ağladığım,
güldüğüm,
sustuğum,
“Çocuk” dediğimiz varlık ne kadar karmaşık görünürse görünsün sadece duygularıyla ve mantığıyla hareket eden, küçücük hayatına sığdırdığı tecrübesizliğiyle niyetini açıkça belli eden bir varlık.
Biz bir isteğimizi dile getirirken ne kadar komplike cümleler kuruyor, kaç bin dereden su getiriyorsak onlar da aynı oranda yalın, açıkça ve plansızca söyleyiveriyorlar istediklerini.
Genelde rol model olan biziz ama bence bu konuda çocuklardan öğrenecek çok şeyimiz var.
Çocuklara bir şeyi zorla yaptırmanın ne kadar imkansız olduğunu hepimiz biliyoruz. Bana kalırsa da onlardan ilk öğrenmemiz gereken şey HAYIR demek. Sahi, çocukken istemediğimizi bize yaptıramayanlara karşı ne ara bu kadar kabullenici hale geldik? Bizi değiştiren ne oldu? Üstelik Hayır demeye bu kadar ihtiyacımız varken ne zaman kendimizi zorunlu Evet’lerle mutsuzlaştırdık? Nasıl bu hale geldik bilmiyorum ama Hayır demek kendi sınırlarınızı göstermenin en basit yoludur. Biz sınırımızı çizmedikçe alanımıza müdahil olacaklara da tepki gösterme hakkını bulamayacağımızı belirtmek isterim.
Bir diğer konu ise isteklerimizi dile getiriş biçimimiz. “Acıktım, susadım, benimle oyna, uyuyalım, yatalım, kalkalım” gibi