Dünyaları keşfeden insanoğlu, kendi kendisinin zırcahilidir. Peki, insan, kendisini meçhul addedip işin içinden sıyrılabilir mi?
Eskilerin ‘tefekkür’ dedikleri bir düşünce sistemi vardı; böylece insan, kendinin ve etrafındakilerin varlık problemini çözmeye çalışır ve derinden bir muhasebeye girişirdi.
Madde ile mana birbirinin zıddıdır. Bunlardan birine dalan, diğerini kaybeder. Bu ikisi arasındaki ahengi sağlayabilen babayiğit ise, pek ender bulunur.
Dünya ile ahiret de birbirinin zıddıdır. Birinin gönlünü yapan diğerini incitir. Bu ikisi arasındaki balansı tutturabilen de pek azdır. Zira biri üç günlük, diğeri ise sonsuzdur.
Akıllı insan, dünyaya dünyada kalacağı kadar, ahirete de orada kalacağı kadar değer verir. Sonsuzlukla sonlunun mukayesesi olamayacağına göre, daha açık ifadesiyle, sonlu olan sonsuzun yanında ancak hayal olduğuna göre, sonlu olan dünya tüm ufkumuzu tutarsa halimiz nice olur?
Manevi değerlerden soyutlanan insan, maddenin, dolayısıyla nefsinin elinde oyuncaktır.
Bu denli nasipsizlerin dillerine pelesenk ettikleri ‘dava adamlığı’ da gerçekte egolarına (nefis) endekslidir ve lafügüzaftan (boş laf) başka bir şey değildir.
Bunun da turnusol kâğıdı güçtür (iktidar). Güçlü olan yani iktidar sahibi olan ya da güçlü olanın yanında olanlar, her an ‘araftakiler’ gibidir. Her an zehirlenebilir ve her an zehirlerini kusabilirler.
On yedi yıllık AK Parti iktidarında, mahut güç zehirlenmesinin daniskası yaşandı, yaşanıyor ve yaşanacak.
Sayın Tayyip Erdoğan’ın, etrafındaki onca kalabalıklara rağmen, gerçekteki yalnızlığı mahut halin tipik örneğidir. Dava adamı olarak kimlerle yola çıktı; yol yürüdü ve şimdilerde o dava adamlarından (!) yanında kimler kaldı?!
O dava adamları (!) şimdi neredeler? Hangi firavunun ehramına (piramit) taş taşıyorlar?
Kadir kıymet bilmeyen vefasızı kırk yıl sırtında taşırsın, bir gün indirirsin yahut kendileri inerler, senden kötüsü olmaz! Lafa geldi mi; bir acı kahvenin kırk yıl hatırı var derler ama kırk yıllık nimetin şükrünü eda etmek şöyle dursun, küfran-ı nimet içinde nankörlük ve hatta hainlik ederler.
Hz. Mevlana bu tipleri köpek tıynetli görür ve aynı anda hem hırlar ve hem kuyruk sallarlar!
Hırlamaları, nemalandıkları, zıkkımlandıkları yeni güç sahibinin adına olup, zıkkımın miktarı ve süresiyle sınırlıdır.
Asıl hedefleri intikam almak, alabilmektir; lakin buna güçleri yetmez. Yazıp-çizip, yapıp söyledikleri tavşanın dağa küsmesi gibidir. Kendileri der, kendileri işitir; yanlarına kâr olarak, ancak kör nefislerinin tatmini kalır.
Kene yaradılışlı bu tipler müstakil olarak yaşayamazlar; ancak birilerinin sırtında hayatlarını devam ettirirler.
Kimimiz hayret ediyor; bunca iyiliğin karşılığı nankörlük mü olmalıydı diye. Oysa iyiliğe elverişli olmayan (layık olmayan) kişiden kötülük görmek mukadderdir.
Bunlara yapılan iyilik, safra hastalarına verilen şeker gibi olup zehir tesiri yapmıştır.
Demek ki iyilik yapanların bir görevi de iyilik yaptıklarının kötülüklerinden sakınmaktır!
Sakınmasını bilmektir!
Daha da önemlisi, kime, kimlere iyilik yapılacağını bilmektir!!!