Bir zamanlar sporculara ‘Sir’ unvanı verilirdi. Milletlerin, halkların sevdiği insanlardı. Sporu spor için yaparlardı. Onları yalnız kendi taraftarları değil; rakip taraftarlar da gönüllerinde taşırlardı. Zira o zamanlar spor insan hareketlerinin en güzeli kabul edilirdi. Sporcu olmak hele milli olmak büyük bir onurdu.
Futbolseverler tribünleri kolkola girerek güzel futbol seyretmek için doldururlardı. Zaman geldi futbol takımları yabancı futbolcuları içlerinde barındırır oldular. Her yabancı oyuncu bulunduğu takımının öz evladı gibiydi. Ve zamanla ne olduysa oldu, işin içine para girdi. Şampiyonluklar girdi. Oyuncular, kulüpler ve bu arada fanatik seyircisiyle bırakın onur unvanlarını, şampiyonluklar için birbirlerine düşman gibi davranır oldular.
Oyuncular tıpkı borsadaki gibi satışa çıkarıldılar. Ve bu tribünlere, kulüp başkanlarına kadar sıçradı. Bazı ülkelerde sporserverler adeta militan oldular. Ve şimdi bu ülkelerde bu kötü gidişe dur diyecek hukuki yollar aranıyor. Futbol fanatiklerinin maçlardan sonra yaptıkları zararları kulüpler ödemek zorunda bırakılıyor. Bir zamanlar gazete sütunlarından spor psikolojisi, davranış psikolojisi gibi yazılar olurdu. Şimdilerde ise varsa
Artık psikoloji, sosyoloji ve ekonomi futbolun tanımında pek fazla yer tutmuyor. Mesela Dünya Kupası sonrasında kafamızda iki görüş oluştu... Siz ne kadar katılırsınız bilemem ama biz yine de yazalım...
Örneğin Kore ve Japonlar’ın oynadığı maçlarda sıklıkla görülen bir durum vardı. Rakip oyuncuya adeta güreş yapar gibi sarılıp ayağından topu kapana kadar bırakmamak. Hatta düşürecek kadar bırakmamak. Hakemler gördüğümüz kadarıyla bu durumlarda cezaya pek gerek görmediler, oyunu genelde devam ettirdiler.
Gelelim ikinci görüşümüze... Futbol sahaları artık genç futbolculara dar geliyor. Futbol bir enerji ve sürat meselesi oldu. Forvet ile savunma oyuncuları arasında bir fark yok. Oyunlar o kadar hızlı oynanıyor ki, her karşı takım kendi kalesinde tehlike geçince diğer takımın ceza sahasına bir anda yığılıveriyor. İki takım oyuncuları arasından kalede bir delik bulursan ne ala. Ancak bir faul olursa ya da çekilen frikikle belki bir gol şansı yaratabiliyorsun. Yoksa gerisi penaltılara kalıyor.
Frikikle gol atanlar ilahlaşıyor. Manasız gol yiyen kaleciler utançlarından ağlayıp duruyorlar.
Spor otoriteleri bu tespitlerimize ne derler acaba? Esasında golsüz maçlar pek de tat vermiyor... Ne
Spor karşılaşmalarından evvel teknik direktörün rakip takımı küçümsememesi belli bir motivasyon ilkesidir. Bu, kendi takımının moralini yüksek tutmak için gereklidir. Bu yüzden önemli maçlardan önce teknik adamların konuşmalarına çok dikkat etmeleri gerekir. Rakip ne kadar şöhretli ve yenilmez görülse de, teknik direktörün onu favori gibi göstermesi yanlış olur.
Kendi oyuncuları ‘Bak bizim teknik direktör bile peşin peşin yenileceğimizi söylüyor’ derler ve işi ciddiye almayabilirler, maça asılmazlar. Hele hele bir düzine gol yerlerse ‘Zaten hocamız söylemişti’ havasına girerler.
Futbol maçlarında ‘top yuvarlaktır’ denir. Ve maç öncesi rakip takım övülmez, favori gösterilmez. Bu, kendi taraftarın ve takım sorumlularına karşı vaziyeti başından kurtarmak anlamına gelir. ‘Ben evvelden biliyordum’ deyip bir düzine gole karşı kendinizi kurtaramazsınız. Doğrusu bu taraftarınızı ciddiye almamak demektir. Sahaya mahalle takımıyla çıkmıyorsunuz ki haklı olasınız.
Hani spor oyunları en güzeliydi. Bizim çocukluğumuzda çok defa coşku ve davul-zurna ile maçlara gidilirdi. Yenen ya da yenilen o kadar önemli değildi. Önemli olan sahadaki oyundu. Hele o zamanlar oyuncuların hangisi çok kıvraktı, çalım atardı ona bakılırdı.
Şimdiyse birbirine kan bağlılığı olmayan, çeşitli kültürlerin bir araya getirdiği oyuncular sahada boy gösteriyorlar. Bazen teknik direktörlere bile saygı göstermeyenleri var. Hele hele oyundan çıkarılırlarsa. Bizim çocukluğumuzda bu kadar sarı ve kırmızı kart yoktu. Tuhaftır son zamanlarda maçların havası adeta bu kartların sayısına göre anlam taşıyor.
Beyler artık her evde televizyon var. Maç seyreden çocuklar var... Ayıp oluyor lütfen biraz sükunet.
Kadın ve erkek eşitliğinde hala toplumsal sorunlarımız varken, şimdi kalkıp kadın futbolundan bahsetmenin zamanı mı demeyin. Son günlerde oynanan kadın milli futbol maçlarını seyrediyorum. Bu maçları heyecanla izleyen ve statları dolduran onbinlerce insan var. Ülkelerin en meşhur spor yazarları ve televizyonları bu maçları en yüksek düzeyde gösteriyorlar ve yazıyorlar.
Bu maçlardaki yüksek teknik başarı ve güzellik insanı şaşırtıyor. Bazen bu takımlar bir erkek takımıyla karşılaşsalar acaba netice ne olur diye merak etmemek elde değil. Kadın futbolcular ve kadın teknik direktörler yalnız kendi ülkelerinde değil, dünyanın her yerinde büyük şöhret sahipleri ve saygı-sevgi görüyorlar.
Bence futbolseverler bu maçları seyredince bazen erkek maçlarından daha fazla zevk alacaklardır. Ve sahadaki oyuncuların kadın olduğunu düşünemeyeceklerdir. Tabii kadın futbolunu onaylıyor iseler...
Psikoloji ilmi bazı davranışları açıklamakta daima zorlanmıştır. Psikologlar itiraz etse de bazı davranışlar açıklanamaz. Mesela, genç bir çocuğun hiddet anında birden bire başını duvarlara vurup kendisini yaralamasını izah etmek zor olabilir. Böyle bir davranış niçin yapılmıştır?
Davranış psikolojisi sebebi bilinmeyen bu kompleksli davranışı anlatabilmek için kişilik ve karakter yapısını derinden açıklamak zorunda kalır. Daha önemlisi ileri yaşlarda toplumsal yapının çevre eğitiminin yeterli olmamasıyla karakter etkilenmektedir. Kişiliğin ve karakterin sağlamlığı bu çevre eğitiminin yeterliliği ile paralel gider. Bu eğitim kademeli bir eğitimdir. Eğer bu eğitim kademeli olmaz, çabuk bir yükseliş gösterirse insani ve medeni değerlerin kazanılmaması yüzünden kişilik ve karakter zarar görür.
Mesela şöhret ve zenginlik kademeli kazanılmamışsa, insan olmadan aşağılık kompleksi gelişebilir. Amerika Cumhurbaşkanı da olsanız bu kompleks zaman zaman davranışlarınıza yansıyacaktır. Siyasette ve sporda çok defa hoş görülmeyen davranışların zemininde bu çeşitli kompleksler yeşermektedir. Bunlar saldırganlığa bile yol açabilir.
Eskilerde maç yazarları futbolu kaleme alırken takım oyunundan bahsederlerdi. Yani bir zamanlar galibiyetler veya mağlubiyetler yorumlanırken ilk önce takım oyunu söz konusu olurdu. Yani takım oyunu yoksa mağlubiyet normaldi.
Tek tek şöhretli oyunculardan bahsedilmezdi. Ama şimdilerde durum böyle mi? Artık oyunu kalecinin iyi performansı kurtarıyor. Ya da meşhur Ahmet veya Mehmet üç gol atıp vaziyeti kurtarıyor. Öyle yazılıyor işte...
Anlayacağınız takım oyunundan bahseden yok. Görüldüğü üzere artık futbol, kişilere indirgenmiş. Eğer bir de teknik direktör yıldız Ahmet’i veya Mehmet’i oynatmamışsa ve maç kaybedilmişse seyret sen taraftarın hiddetini...
Esasında maçları televizyondan seyrede seyrede futbol anlayışı ve görüşü değişti. Takımı tribünde bir bütün olarak seyretmek başka, televizyonda görmek başka. Zira görünüm kameramanın ve spikerin oyunu algılamasına bağlı. Hele hele şimdi birbirini kıskanan profesyonel şöhretler takım oyunu dediğimiz düzeni birbirlerine pas vermemekle bozabilmektedirler. Dikkat ederseniz bu yüzden aynı takımdaki şöhretler seyirci önünde bile birbirleriyle münakaşa edebilmektedirler. Sizin anlayacağınız çocukluğumuzda gördüğümüz takım oyunu artık tarihe
Bir okulun çok büyük bir dershanesini düşününüz. Dershanenin bir tarafında etrafı camlarla çevrili bir oda var. Burada büyük hoca Namık Sevik oturuyor. Salonun karşısında ise diğer bir camlı oda daha var. Burada da İsmet Tongo oturuyor. Bu koca salon o zaman ki Milliyet Gazetesi’nin Namık Sevik Spor Akademisi’ydi. Buralardan kimler geçmedi ki: Diplomatlar, profesörler, valiler, polis müdürleri, milletvekilleri ve bakanlar... Herkes Türk sporunun kokusunu burada alırlardı.
Namık ağabey ve İsmet camlı odalarında bu şöhretleri ağırlarlar, Türk ve dünya sporunu burada pişirirlerdi. Koca salonun ön sıralarında kimler oturmuyorlardı ki! Şansallar, Nezihler: Geleceğin sonraki meşhur spor müdürleri. İsmet’in etrafında oturanlar ise gelecekteki spor sayfalarını süsleyecek gençlerdi.
Namık ağabey ve İsmet kardeşim kendi odalarından adeta birbirlerini kontrol eder ve şaşılacak bir sentez ortaya çıkarırlardı. Milliyet’in o zamanlar bir özelliği vardı. İç sayfaların önemli haberleri gazetenin en arka sayfasında neşredilirdi. O yüzden Milliyet, en arka sayfadan okunmaya başlar denirdi. Bu satırlarla İsmet Tongo’yu sevgi ve saygıyla anarken, beraber geçirdiğimiz bu unutulmaz Milliyet