50. yaşımla ilgili ne yazabilirim diye düşünüyorum birkaç gündür. Duygular karışık. “Ulan ne zaman…”la “şükürler olsun” arasında şizofrenik gidiş gelişlerim var. Yeryüzünde yarım asır geçiriyorsan eğer, kafa da pek sağlam kalmasa gerek.
Yazacaklarım asla sevgili dostum Levent Doğurga’nın şahane “50 Yaş Manifestosu” gibi olamaz…
Ama yine de birkaç kelamım var.
1- ZAMANLA BARIŞIK OL. Her şeyin bir zamanı var, ne oldurmaya çalış, ne de kaderci bir bekleyişin olsun. Ne istiyorsan zamanının geleceğini bil. Sabır, sana her gün sunulan sınavdır.
2 – DÜŞÜN. Her gün, birkaç dakikalığına bile olsa, hayata gelme amacın üzerinde düşün. Cevabı arama, sadece varlığının bir anlamı var, bulmaya çalış.
3 – OKU. Oku ki, yeniliklere açık ol. Bilgi seni sarsın sarmalasın. Ama git gide seçimini okumaktan yana değil, yaşamaktan yana yap. O çok daha makbul.
4 – HİÇBİR ŞEY İÇİN GEÇ DEĞİL. Aşk için, yeni bir dil öğrenmek için, bir
Bodrum’un Kumbahçe semtinde oturuyorum. Yamacın üzerinde, son sıra evlerden bizimki. Yani arkamızda artık yerleşim yeri yok, orman başlıyor, makilik bir alan var. Temmuz ayının son gününde Bodrum Kumbahçe’de çıkan yangın, evimizin 20 metre arkasına kadar geldi. 20 metre! Bilmiyorum hayâl edebiliyor musunuz? Korku, panik, kargaşa, tahliye sorunları, trafik, hepsini birkaç saat içinde yaşadık ama en acı veren duygu, çaresizlik hissiydi. Apartman boyunda alevler ve elinizde cılız bahçe hortumları, temizlik ve kum kovaları… Bodrum Belediyesi olanca gücüyle çalışıyor, hepimiz şahidiz. Belediye Başkanı Sn. Ahmet Aras bir Kumbahçe’de, bir Mumcular’da, bir Mazı’da… Ama uçağı yok. Türkiye’nin yangın söndürme uçak eksiğinin bedelini, bu yıl çok acı bir şekilde ödüyoruz.
Yerel halk, inanılmaz bir iş çıkarıyor. Kuzenim Yiğit Girgin bizzat gönüllü olarak günlerdir çalışıyor, gözüne bir gram uyku girmedi. Ondan biliyorum. Kriz merkezleri kuruldu,
Birçok yerde duyuyorum, okuyorum, yaşam amacımızı bulmaya yönelik üzerimizde korkunç bir baskı var. Yaşam amacını bulamadın mı? O zaman hayatını boşa harcamışsın demektir! İnsanlar da yaşam amaçlarını bulmak için, psikiyatrlardan tutun yaşam koçlarına, enerji tacirlerine ve maneviyatla ilgilenen kim varsa herkese oluk oluk para akıtmaya hazırlar… Ve bugünlerde tam da olan bu!
Yaşam amacımız nedir, bu dünyaya neden geldik, dünyevi sınavlarımızın bir gayesi, hayatımızın temel hedefi var mı, tüm bunlar aslında felsefeciler ve ruhanî liderler tarafından çokça yazılan konular. Cevaplar tek değil, farklılıklar gösteriyor. Haliyle insanların aklı da karışıyor.
Sanırım herkes bir konuda hemfikirdir, bu dünyaya kusurlarımızla geliyoruz. Kısıtı olan bir elbisenin içinde doğuyoruz. Baştan, limitleri gerçek, engelleri, yapabilecekleri kısıtlı olan bir kıyafetimiz var. Beden, bize verilen yaşam süresince içinde devineceğimiz küçücük bir alan. Dünyadaki varlığımız bedenlenmeyle başlıyor, son nefesimizdeyse bitiyor. Yol boyunca ise
Aptallık ile, cesaret/ aşırı özgüven arasındaki ilişkinin bilimsel olarak kanıtlandığını biliyor muydunuz? Cornell Üniversitesi’nde görevli iki psikolog David Dunning ve Justin Kruger bu konudaki araştırmaları ile 2000 yılında IG Nobel Ödülü’ne layık görülmüşler (1). Bu iki bilim insanının yaptığı deneyler sonucunda vardıkları sonuç şöyle: “Cehalet, bireyin kendine olan güvenini artırır”. Tersinden de bu teoriyi okumak mümkün: “Ne kadar bilgiliysen, o kadar kendine güvenin azdır”.
Başka bir ifadeyle bilgi sıfır ise, özgüven tavan.
Bu iki bilim insanı, aptallıkla cesaret/özgüven patlaması arasındaki ilişkiyi ispat etmenin yanı sıra, şöyle de bir sonuca varmışlar: Yanlış sonuçlara veya talihsiz seçimlere varanlar, seçimlerinin yanlışlığını veya talihsizliğini anlayabilecek yetkinlikte olmayan insanlardır. Yani bir nevi zihnimiz bir yazılım ise, yazılımda bir sorun oluyor ve yazılımın kendisi, meydana gelen durumun bir sorun olduğunu dahi algılayamıyor (ve sonrasında da onaramıyor). Sorun tespitinde altyapı yetersiz kalıyor (2).
Dunning-Kruger sendromunu anlatan birçok atasözümüz var aslında. İlk anda aklıma gelenler şunlar: “Cahil cüretkâr olur, kendini âlim sanır”, “Boş
İngilizce’de kullanılan “FALL IN LOVE”, yani “Aşk’a düşmek” tabirinin çok da haksız bir tanımlama olmadığını düşünüyorum. Sanki düz yolda yürürken birdenbire bir kuyuya düşmüşsünüz gibi. Ama sonra düşünüyorum, aslında tam tersi. Kuyunun içinde debelenirken, düz yola çıkmak Aşk’a düşmek.
Gönlünüze, bedeninize, zihninize, tüm hücrelerinize AŞK düştüğünde, başınıza gelenler karşısında tepkiniz iki türlü olabilir. Çoğunlukla, korumacı zihin sizi uzaklaştırmaya çalışacaktır. Zihin yeniliği sevmez, çünkü orada bilinmeyen vardır. Bilinmeyen ise, potansiyel tehlike demektir. Zihnin görevi, kişiyi bildiği güvenli sulara çekmek. Bir de kalp vardır, o ise bambaşka bir dil konuşur. Us ile çelişen bir konuşmadır bu genellikle. Kalbin sebepleri pek cılızdır: “iç sesim öyle diyor” gibi gerekçelerle doludur. Azınlıkta olan kişiler, kalplerinden gelen bu cılız, ama gece gündüz yakalarını bırakmayan sebeplerle Aşk’a dalmaya cesaret eder. İşte o kişilerdir Aşk’a düşenler.
Macera burada da bitmiyor elbette. Aşk’a düştükten sonra, Aşk’ta kalabilmek asıl meziyet. AŞK OLMAK. Kaçımız yapabiliyoruz bunu, hangimiz orada kalabiliyoruz? Dış şartlara yeniliyor muyuz? Zihnimiz arkadan sinsice
Tüm bu süreçte, evlerimizde kalmak zorunda olan biz ayrıcalıklı azınlığın yeni gözdesi şüphesiz Yoga oldu. Tabi, Yoga’yı daha önceden de biliyorduk. Stüdyolara oluk oluk para akıtıp, işle eve dönüş arasına bir Yoga dersi sıkıştırıyorduk. En pahalı Yoga mat’lerini alıp, üstümüzdeki tayta göre kombin yapabiliyorduk. Gittiğimiz Yoga stüdyosu derslerinde ters duruşlardan düz duruşlara uçabiliyor, kaslarımıza ve esnekliğimize mutluluk hormonu da basabiliyorduk. Bunları biliyorduk. Bunun ötesiyle de aslında çoğu eğitmen ve öğrenci, hiç ilgilenmiyorduk.
Peki pandemi sürecinde Yoga dünyasında neler değişti? Bence çok şey değişti. Burada bir avuç Yoga eğitmeni yıllardır “O stüdyolarda yaptıklarınız yeterli bir Yoga değil!” diye bas bas bağırıyoruz. Benim gibi daha geleneksel ve ticari kaygılardan uzak bir eğitim almış kişiler, baş üstü durmasını çok iyi beceremiyoruz ya, korona öncesi süreçte ne yalan söyleyelim, Yoga konusundaki yeterliliğimiz meslektaşlarımız tarafından oldukça sorgulandı. Herkesin yapabileceği ve sakatlanmalardan uzak dersler verdiğimiz için, bizlerin öğrettiği “kolay yoga”, “erişilebilir yoga”, hep hor görüldü.
Oysa gerçek nimet, tam da buradaydı.
Korona
Bir kez daha yılın “o” zamanına geldik.
Birbirimize hediyeler almak için alışveriş merkezlerinde mağazadan mağazaya koşturmaya, yılbaşı programları arasında seçim yapmaya, “gece oradan oraya o trafikte nasıl geçeriz” diye hesap etmeye, astroloji sayfalarında iyicil gezegenlerin peşine düşmeye, kırmızı iç çamaşırımızı tozlanmış çekmeceden çıkarmaya, kılıcımızı düşmana doğru savurur gibi kalemimizi beyaz sayfalarda koşturtarak yeni yıl dileklerimizi yazmaya başladıysak eğer, evet yılın “o” zamanına gelmişiz demektir. Önümüzdeki 365 günden söke söke alacaklarımızı tek tek yazarız yeni yıl dilek listemize. Öyle aşk, meşk, iş, sağlık gibi genellemeler değil, basbayağı detaylı yazarız listemizi. Günümüzün kişisel gelişimcileri bizlere çok iyi öğretmiştir, dilek listesine evlenilecek adamın boyunu posunu yaşını yazmayı, ne kadar maaş alması gerektiğini, beraber olunacak kadının ölçülerini, hayalimizdeki evin dış cephe kaplamasını, istediğimiz o arabanın far rengini ve banka hesabımızda virgülden sonra
Uzun yıllardır ara mevsim diye bir şey yaşamıyoruz. Sağ olsun insanoğlu, iklim canavarı olmayı da başarabildi. Eskiden “mevsimlik” giysilerimiz vardı, ne yaz ne kış arası giyinenlerden. Ancak bu sene belki ilk defa uzun süredir bir “ara mevsim” yaşar olduk. Kasım’ın sonunda 21 dereceler görmek elbette çok hayra alamet değil ama en azından kavurucu sıcaklardan dondurucu soğuklara -olursa- yumuşak bir geçiş yapıyoruz.
Ayurveda’ya göre her şey 3 Dosha’ya göre ayrılır, insan bedeninden tutun, fiziksel aktivitelere, cansız malzemelerden rüyalarımıza kadar. Mevsimler de aynı şekilde, Vata, Pitta ve Kapha olmak üzere 3’e ayrılır. Bu 3 Dosha’nın ne olduğunu eski yazılarımdan okuyabilirsiniz. Şimdi uzun uzun bunların açıklamalarına girmeyeceğim ama içinde bulunduğumuz mevsim Dosha’sı üzerine ufak bilgiler paylaşmak istiyorum.
Bundan 5.000 yıl kadar önce, o zamanın en ileri hekimleri, yani Ayurveda uzmanları, mevsimlere göre bedenlerimizin farklılaştığını keşfedip, hava değişikliğine hastalanmadan uyumlanabilmenin yöntemlerini keşfetmişler. Sonbahar ayları Ayurveda’ya göre Vata ağırlıklıdır. Başka bir ifadeyle, Vata olan her şey sonbaharda artar. Kitabî bilgilere göre sonbahar