Disney rekabetinin yaklaşmasıyla Netflix gaza bastı. ‘The King’ son günlerin dikkat çeken yapımı. Shakespeare’in 1599’da yazdığı V. Henry sahne oyunundan esintiler taşıyan bir dönem filmi. 15. yüzyılın başlarında İngiltere tahtına çıkan V. Henry’nin erken dönem yaşamını anlatıyor. Babası IV. Henry’nin savaş yanlısı kararlarından ve egosantrik kişiliğinden nefret eden prens Hal (Timothée Chalamet) başına buyruk, hedonist bir yaşam içindedir. Kraliyet geleneklerine aykırı bu serseri yaşamı içinde en büyük dostu, büyük savaşlar yaşamış şövalye Falstaff’dır (Joel Edgarton). Hasta yatağında ölümün yaklaştığını hisseden baba Henry, tahta küçük oğlu Thomas’ı layık görür. Thomas’ın Galler’le yapılan bir savaşta yaşamını kaybetmesi sonrası Hal mecburen kral yapılır. Babasının başlattığı Fransa Savaşı, krallığının ilk sınavı olarak kapıda durmaktadır.
V. Henry olarak tahta çıkan Hal savaş karşıtı, dönemi için hippi sayılacak bir yaşamın içindedir. Savaş karşıtlığını her fırsatta dile getirir, karşıt görüşlerdeki babasını sert bir dille eleştirir. Hatta ona olan nefretini hasta yatağında bile yüzüne kusar. Tahta çıkmasıyla kimliği üzerindeki tartışmalar alevlenir. Meşrutiyetini kanıtlaması, varlığını kral olarak sürdürmesi ancak ülke politikalarına uygun davrandığında mümkün olacaktır. ‘O insan’ olmadığı halde, ‘o insan’ gibi davranmak zorundadır. Kelleler kesilmeye, kan akmaya başlar. Fransa’ya karşı savaş kararı, onun gövde gösterisi olarak açıklanır.
Bu sözü üste yazın!
‘Beni Adınla Çağır’la Oscar adaylığı alan genç yıldız Timothée Chalamet, çelişkiler içindeki kral portresini inandırıcı bir şekilde canlandırıyor. Verdiği kanlı kararlarda, içinde bulunduğu tereddütlü ruh durumu seyirciye yansıyor. Filmin en çok eleştirilecek yönü, Robert Pattison’un canlandırdığı Fransa veliahtı, The Dauphin yorumlaması. Bir veliahtın bu denli karikatür ve beceriksiz olması mümkün değil. Falstaff’ı canlandıran Avustralyalı oyuncu Joel Edgarton ise karakterine verdiği derinlik ve samimiyetle dikkat çekiyor.
Çamurlar içinde geçen Agincourt Savaşı, filmin zirve noktası. Tarihe göre, 8500 kişilik yorgun İngiliz ordusu, 20 bin kişilik Fransız ordusunu Falstaff’ın düşündüğü savaş taktiğiyle yenilgiye uğratır. Gri, çamurlar içinde geçen savaş sahneleri gayet iyi çekilmiş.
Aklımda kalan sözler, savaş karşıtı olanlar oldu: “Barışa nasıl ulaşılır? Savaş sonrası bir zaferle mi?” Genç Fransız prensesi Catherine’in (Lilly-Rose Deep) “Hiçbir monarşi meşru değildir” sözünü ise en üste yazmak lazım.
Dans ederek kendini keşfetmek
Bu yıl İsveç’i Oscar yarışmasında temsil edecek olan film, Gürcistan Tiflis’te bir dans okulunda geçiyor. Gençler, yaşadıkları yoksulluk ve çıkmaz sokaktan kurtuluş için tek yol olarak dans etmeyi görüyor. Gürcü folklor disiplini içinde, küçücük yaştan başlayarak bu okulda zorlu provalar ve sert hocaların egosu altında dans ediyorlar.
Dans dışındaki yaşantıları ise hiç parlak değil. Çaresizlik ve parasızlık, tüm yaşamlarına egemen. Para kazanmak için yaptıkları küçük işler dışında eğlence olarak içki, sigara ve köhne barlar kalıyor geriye. Dansa çok yetenekli olan ve küçük yaşından beri bedeni iyi eğitilmiş olan Merab’ın tek derdi, seçmeleri kazanıp temsil grubuna katılabilmek. Ama hocası, yılların deneyimiyle genç dansçının figürlerinde, yolunda gitmeyen duyguyu yakalıyor: Merab, yeterince erkeksi dans etmiyor.
Oysa bu dansın özelliği, erkeğin sertliği ve kadının utangaç saflığı üzerine kurulu.
Filmin final sahnesi, dansın ne demek olduğunu emsalsiz biçimde anlattığı için dans okullarında ders olarak izlettirilebilecek değerde. Dans, bedeni ve ruhu bir ifade biçimidir; bir haykırıştır. Burada da dansçı; bedenimle ben buyum, gerçek kimliğimle varım, bu kimliğimle dans ediyor ve var oluyorum diye haykırıyor.