4 Nisan’da yapılmış bir toplantının sonunda yayınlanan ortak bildiri, son hafta birden ulusal gündemimizi işgal etti. Meseleyi geç mi intikal ettik; yoksa ortada bir algı yönetimi mi var? Tartışılabilir.
İki hafta önce, Özbekistan’da Semerkant’ta Avrupa Birliği ile beş Orta Asya ülkesi arasında bir zirve yapıldı. Zirvenin sonuç bildirisinde, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Tacikistan, AB ile iş birliklerini stratejik ortaklık düzeyine çıkarma kararı aldıklarını belirtiyor ve bu gibi ortaklık senetlerinde adet olduğu üzere, tarafların barış, güvenlik ve demokrasi için işbirliği yapmaya, BM ilkelerine ve bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğüne saygı gibi klasik ifadeler tekrarlandıktan sonra, hiç alışık olunmayan bir 4’üncü maddeye yer veriliyordu. Bu maddede de egemenlik, saygı, bölgesel forumlar ve saire tekrarlandıktan sonra “Aynı ruhla, ilgili BM Güvenlik Konseyi Kararı 541 (1983) ve 550’ye (1984) olan güçlü bağlılığımızı yeniden teyit ettik” gibi abes, mantıksız, yersiz bir cümle yazılıyordu.
İlk okuyanların, aşina değillerse tabii yaptıkları ilk iş, BM Güvenlik Konseyi sitesine girerek, 541 ve 550’nin ne gibi bir ilkeye bağlılık sağladığına bakmak oluyor; daha geniş bilgi arayanlar ise ikiye bölünmüş bir Kıbrıs haritası, altında tarihsel bilgi olarak Türkiye’nin 1974 Kıbrıs harekâtı ve daha neler nelerle karşılaşmak zorunda kalıyorlardı.
Evet bu iki karar orada duruyor; ama Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin yarım asrı geçen tarihinde o kadar çok gelişme, o kadar çok müzakere, BM Genel Sekreterlerinin o kadar çok girişimleri ve bildirileri oldu ki, bu iki karar adeta değerini yitirdi, eskidi; hukuki deyimi ile “kadük” oldu. Bu iki karar orada var diye ne Kıbrıs Türkleri egemenliklerinden bir şey kaybettiler; ne de Rum Yönetimi, gerçekten Kıbrıs Hükumeti oldu. Ancak böyle, AB’nin başbakanı konumundaki ve Türkiye’yi çok sevdiğine (!) yıllardır tanık olduğumuz (Almanya eski savunma bakanı) Ursula von der Leyen gibi, arada bir Türkiye’ye dişlerini göstermek isteyenlerin hatırladığı bir eski eser olarak kaldı.
Halen hiçbir hükmü kalmayan ve yakında varlığı tartışılır hale gelecek olan AB’nin, ABD başkanı Trump tarafından iyice bir kenara itilmesinin (buna karşılık, Türkiye’ye İsrail denkleminde bile ayrıcalıklı bir konum vermesinin) yarattığı öfke ve boşluk içinde, Orta Asya ülkelerini kucaklaması, ortada bu tarihi kararlara atıf olmamış olsa idi hiç dikkat çekmezdi. AB’nin Amerika’ya, “Bak beğenmediğin Avrupa, nasıl 500 milyar dolarlık projeler yapıyor!” diye caka sattığını söyler geçerdik.
Dolayısıyla, von der Leyen’in 2007’de ortaya attığı ve 2019’da akıllarına gelen Orta Asya Stratejisini, şimdilerde yeniden hatırlamasına bakarak, kardeş Türk cumhuriyetlerine 13,2 milyar dolarlık destek paketini konu ederek, kırıcı değerlendirmelerde bulunmak, yerinde olmuyor.
Olsa olsa, bu kardeşlerimize, AB’nin gerçekte bir Trans-Hazar Uluslararası Taşımacılık Rotası yapmadığı, Çin’in Kuşak ve Yol çalışmasından rol ve ortak çalmaya çalıştığı konusunda uyarıda bulunabiliriz. AB’nin Orta Asya’da ve özellikle Aral havasında “Yeşil bir kuşak” oluşturmasının sadece kendisi için yeni bir tarım alanı açmak olduğunu belirterek, dikkatli olmalarını, geleceklerini Avrupa bankalarına ipotek etmemelerini söyleyebiliriz. Avrupalılar, uyduları aracılığıyla bölgenin okullarına ve hastanelerine İnternet getirmek için değil, Orta Asya’nın veri bankalarını ele geçirmek için ortaklık kurmak istiyor. Von der Leyen gibiler, binlerce okulu ve yüzlerce köyü Avrupa uydularına bağlayarak sadece veri hırsızlığı yapar!
Bütün bu girişim, gerçekte Orta Asya’nın kritik hammaddelerine erişmek amacıyla yapılıyor. Ortak bildiri ve Avrupalıların Semerkant’taki konuşmaları dikkatle okunursa, meselenin özünün “kritik hammadde” anlaşmasına ortam hazırlamak olduğu anlaşılıyor.
541 ve 550’ye atıf keşke hiç olmasaydı. Ama bunlar, AB’nin hazırladığı Asya’yı Soyma projesinin yanında o kadar da önemli değil.