Reha Bilge
Günümüzde “Sykes-Picot”ya referans verip, “yapay sınırlardan” söz etmek, Doğu Akdeniz ve Batı Asya’da jeopolitik dengeler değişirken sınırların da değişebileceği imgesinin pekişmesine yaramakta; bölgede halen var olan devletlerin sınırlarının “tartışmaya açık” ve “haritaların yeniden çizilmesinin mümkün” olduğu imasını içermektedir. Yani “Sykes-Picot” ölmüş, ama bir türlü bu dünyadan gitmek istemeyen kötü bir hayalet gibi bölge ülkelerinin üzerinde dolaşmaktadır. Bölgedeki gelişmelerle birlikte “Sykes-Picot” hayaletinin de tedavüle girmesi bir rastlantı değil; muhtemelen bazı küresel ve yerel oyuncuların istek ve hedefleriyle de uygun bir algı yönetimidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşları için “Sykes-Picot” değil, Lozan geçerlidir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının dünya sistemi tarafından kabul edildiği temel antlaşma budur. Lozan Antlaşması, ülkemiz için, aynı zamanda 1699’da Karlofça’da başlamış, Pasarofça (1718), 93 Rus Harbi (1877-1878), Balkan Savaşı ve 1.Dünya Savaşı yenilgisiyle devam etmiş bir sürecin de sonudur. Lozan antlaşması dünya tarihi açısından da 18. Yüzyıldan beri İngiltere ve Fransa’nın egemenliğinde süren bir dünya düzeninin sonunu simgelerken; eski bir düzen yerini ABD ve Sovyetler Birliği gibi yeni başat güçlerin yer aldığı yeni bir dünya düzenine bırakmaya başlamıştır.
Bugün geldiğimiz noktada da küresel güç dengeleri değişmekte, küçük, orta ve büyük boy bölgesel aktörler pay kapmaya çalışmakta, derin jeopolitik sarsıntılar hissedilmektedir. Türkiye kendi coğrafyasında İran, Rusya, Amerika, İsrail, Fransa, hattâ Almanya gibi tanıdık oyuncuların yanında, Çin gibi yeni bir dünya gücünü de görmektedir.
Yeni dünya gücü
Çin’in Doğu Akdeniz’deki girişimleri ani kararların değil, uzun soluklu bir stratejinin ve planlı adımların etkisinde yapılmaktadır. Bu ülke, Doğu Akdeniz ve Batı Asya coğrafyasına, birbirini tamamlayan iki farklı koridor, iki ayrı ticaret yolu kuşağı üzerinden girmektedir. “İpekyolu” projesi, Çin etkisini Batı Asya’ya ve Doğu Akdeniz’e karadan; Pire limanı ve Pakistan’ın Gwadar limanı gibi çalışmalar ise denizlerden ulaştırmaktadır. Her iki hat yakından izlenildiği takdirde Çin’in, Arap denizlerine ve Doğu Akdeniz’e ulaşmak için dev bir projeyi yürüttüğü açıkça görülmektedir. Bu ülkenin öncelikle bir ticarî ulaşım koridoru yaratmayı amaçladığı düşünülebilir. Ama bu boyuttaki bir ekonomik açılım elbette ki bir jeopolitik arka plan yaratacak; askerî ve diplomatik girişimleri tetikleyecektir. Dolayısıyla, kendi siyasal sonuçlarını da beraberinde getirmiş ve getirecektir. Bu bakımdan Çin’in, Suriye üzerinden Doğu Akdeniz bölgesinde var olmak istemesi şaşırtıcı bulunmamalı, ancak dikkatle izlenmelidir.
Rusya’nın dönüşü
Doğu Akdeniz’de mevzi kazanan bir başka güç ise, bilindiği üzere Rusya’dır. Suriye’ye müdahalesiyle beraber Rusya, Doğu Akdeniz’de büyük bir askerî güç olarak ortaya çıkmıştır. Bu gelişme hiç şüphesiz, Rusya’nın askerî ve siyasal bir güç odağı olarak küresel arenaya geri dönmesinin bir uzantısıdır. Dolayısıyla Rusya’nın bu sert geri dönüşü öncelikle jeostratejik bir anlama sahiptir. Fakat Rus politikasıyla Doğu Akdeniz’deki yeni doğal gaz kaynakları,
enerji rekabeti ve belki nükleer enerji tesisi satışları arasında bir bağlantı olduğunu düşünmek pek yanlış sayılmayacaktır.
Türkiye ve İran
ABD ise Doğu Akdeniz’de başlı başına bir unsurdur. Lâkin kendi içerisinde bütüncül bir politikaya sahip midir ? Bütün “Batı “ çıkarlarını temsil etmekte midir? Yoksa Fransa ve Almanya bölgede ayrı ayrı politikalar mı yürütmektedir? Yahut farklılıklar sadece ayrıntılarla mı sınırlıdır? Buraya bir soru işareti koymak yararlı olacaktır.
Şu an itibariyle Doğu Akdeniz’deki büyük stratejik denklemin iki başat oyun kurucusu kuşkusuz ki Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya’dır. Ancak Batı Asya ve Doğu Akdeniz bir bütünlük içerisinde düşünüldüğü zaman, Türkiye ve İran’ın
özgül ağırlıkları berrak bir
şekilde görülmektedir. Bu iki ülkenin güdecekleri politikalar bölgenin kaderinde rol oynayacak; aralarındaki iş birliği veya rekabet; yahut hangi noktada rekabet, hangi noktada işbirliği politikaları izleyecekleri
konusu nihaî hatların çizilmesinde belirleyici olacaktır.
Tereddüde yer yok
Gerçi “1514” Çaldıran savaşı Türkiye ve İran arasında jeopolitik bir kırılma yaratmıştır. Ama bölgenin vardığı bugünkü talihsiz nokta, bu iki ülkenin işbirliği yapmasını gerekli kılmaktadır. En azından Kasr-ı Şirin anlaşmasından beri devam eden süreç ve kendi ülke sınırlarının değişmezliği ilkesinde anlaşmaları, yalnız aklın değil, tarih bilincinin de bir gereğidir. Burada tereddüte yer yoktur. Çünkü bu iki ülkeden birinin sınırlarının tartışılması ötekinin de sınırlarının ve ülke bütünlüğünün tartışılması tehlikesini birlikte getirecektir. Tüm bu nedenlerle Lozan Antlaşması’nın sadece Türkiye’nin değil, İran’ın ve bütün bir coğrafyanın da teminat belgesi olduğu kabul edilmeli ve elbirliğiyle savunulmalıdır.