Prof. Dr. Sami SELÇUK
(Eski Yargıtay Başkanı, Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi)
1937’de Konya’da doğmuştur. 1955 yılında Konya Lisesi’ni, 1959 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmiştir. Ankara yargıç adayı olarak mesleğe başlamış sonra sırasıyla, Sütçüler, Akşehir, Yenice ve 1972’den sonra Yargıtay Cumhuriyet Savcılığı görevlerinde bulunmuştur. 21 Eylül 1982 tarihinde Yargıtay Üyeliğine seçilmiştir. Fransızca ve İtalyanca bilen Selçuk, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde doktora yapmış, 1986 yılında doçent, 2006’da profesör olmuştur. 7 Temmuz 1999 tarihinde Yargıtay Birinci Başkanlığı’na seçilmiştir. 15 Haziran 2002 tarihinde yasal yaş sınırı nedeniyle emekliye ayrılan Selçuk, Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Ceza Hukuku Anabilim Dalı Başkanlığı görevini yürütmektedir. Hukuk, dil, laiklik ve Atatürkçülük konularında yayımlanmış birçok makale ve denemeleri vardır.
“Bütün hukuk, insan içindir” (hominum causa omne ius constitutum est) der, “Digesta”.
Bu yüzden hukuk, yangında kurtarılacak ilk gereçtir.
Ancak yaşanan deneyler göstermektedir ki, hukukun her şeyin üstünde olduğu bilincinin gelişmediği bir toplumda insan için olan hukuku, “hukuk bilinci”ni ve “hukuk toplumu”nu, dolayısıyla sağlıklı “özgürleşme”yi yaratmak çok güçtür.
Anayasal, idari ve adli yargı sistemleri, erklerielbette bunu sağlar, sağlayabilir, sağlamalıdır. Yeter ki bu erkler, bağımsız ve özgür olsun.
Elbette yargıçlar da, hukuka, yasaları uygulamak ve uygularken yorum disiplinine uymak; anayasaya, yasaya / yasalara ve hukuka uygun vicdani kanıya göre hükümler kurmak zorundadırlar (Anayasa, m. 138).
Hukukun üstünlüğü ilkesinin benimsendiği ve yaşama geçirildiği bir ülkede, bütün hukuksal işlemler ve kimi eylemler hukukun soğukkanlı mantık süzgecinden geçirilir. Devletin dokunduğu her şey hukuka dönüşür. Ancak böylelikle, toplumda hukuksal güven ve yarına inanç sağlanır. İnsanoğlunun bulduğu biricik çare budur.
Toplum katmanlarında ve yönetimde hukukun ayak bağı olarak görüldüğü ve yargının önüne çıkmaktan kaçınıldığı sürece demokrasi bir düştür, huzur, güven bir düştür.
Yazılı ve görsel basında, hatta bilimsel toplantılarda, hukukun üstünlüğü yerine daha sık kullandığımız ilke “hukuk devleti”dir. Çoğu kez bu ilke, 1961 (m. 77, 92) ve 1982 (m. 81, 103) anayasalarında olduğu gibi, “hukukun üstünlüğü ilkesi”yle eşanlamda algılanmaktadır.Yasalarımız da öyle.
Oysa hukuk devleti ilkesi, Kara Avrupa’sı, özellikle Alman, Fransız, İtalyan ve İspanyol hukuk çevrelerinin dünyamıza armağanıdır.
Hukukun üstünlüğü ilkesi ise, demokrasinin beşiği olan Anglosakson hukukunun ürettiği bir ilkedir.
‘Hukuk devleti’“Hukuk devleti” kavramı kapalı bir toplumda “devlet, benim” diyen anlayışın hukukla sınırlandırılması kaygısını; “hukukun üstünlüğü” kavramı ise herkesin ve bu arada devlet ile bireyin hukuk karşısında aynı düzeyde olduklarını vurgulamaktadır. Hukuk devleti anlayışına göre hukuk, devletin tekelindedir. Devlet de, hukuku üretirken kendisini bireye oranla daha ayrıcalıklı bir yere oturtmakta, onu kendi yararına kotarmaktadır. Bu nedenle hukuk devleti deyişi, bir yandan devleti hukukun sınırları içine çekme ülküsünü yansıtırken, öte yandan bu ülküye henüz ulaşılamadığının örtülü bir biçimde itiraf edilmesidir. Buna karşılık, hukukun üstünlüğü anlayışında hukuk, devletin tekelinde olmadığından, ister istemez hukuk karşısında devlet ve birey eşit düzeydedir.
Özetle bu yüzden bir yazarın dediği gibi Anglo-Sakson ülkelerinde “devletsiz hukuk”, Kara Avrupası ülkelerinde “hukuksuz devlet” vardır.
Bu açıdan ilkin bu terim/kavram kargaşasının çözülmesi zorunludur. Hukuk bir bilimdir; binlerce yılın deneyimlerinden ve binlerce düşünürün beyinlerinden süzülüp gelen kendine özgü bütüncü bir “kavramlar/terimler sözlüğü”ne sahiptir. Bu kavramlar/terimler küreseldir, onlar üzerinde kişilerin mülkiyet hakkı yoktur. Yalnızca kullanma /yararlanma/intifa hakları vardır. O kadar.
Hiç kuşkusuz, “hukukun üstünlüğüilkesi”ni benimsemek, demokrasimizin çıtasını yükseltecektir.
Bu çıtayı yükseltmenin yolu, elbette demokrasinin çerçevesini çizen ve hukukun üstünlüğü ilkesine yaslanan çağcıl bir anayasadır. Benimseniş ve oylanış biçimiyle biçimsel; devleti bireyine karşı koruma kaygısını taşıyan, meşruluğu tartışmalı olan 1982 Anayasası ile bu amacı gerçekleştirmek bir düştür.
Bu belirlemeden sonra yapılacak iş bellidir.
İlkin, her görüşün temsil edildiği bir “kurucu iktidar” tarafından, Avrupa Birliğinin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ölçütlerinin ve ilkelerinin iplikleriyle demokrasinin tezgâhında dokunmuş yepyeni bir anayasa yapmak ve onu tartışan kamuoyunun onayına sunmaktır.
İkinci adım da yargı(lama), yasama ve yürütme erklerinin kesinlikle birbirinden ayırmak ve yargı(lama) erkini öbür erklerden bütünüyle bağımsız kılmaktır.
Adil yargıla(n)maPeki, bizler ne yapmaktayız?
Hâlâ cumhurbaşkanlığı sistemi, Türk tipi başkanlık sistemi gibi kendinden menkul bölük pörçük, ne olduğu belirsiz düzenlemelerle anayasa denemeleri yapmaktayız.
Kadı Hızır Bey’in Fatih’i salt hukuka göre hukuk bilinciyle ve korkmadan yargılamasının üzerinden neredeyse altı yüzyıl geçti. Kilise mahkemesiyle laik mahkeme arasındaki uyuşmazlığı çözmeye kalkışan Kral I. James’e Yargıç Edward Coke’un “Sizelbette ülkeyi yönetebilirsiniz, ama yargıç olmadığınızı için bu uyuşmazlığı çözmeye yetkili değilsiniz. İngiltere’de hukuki uyuşmazlıkları çözme tekeli, yargıçlara aittir” demesinin üzerinden 405 yıl geçti. Sans-souci Sarayının genişletmek için arazisini zorla alacağını söyleyen II. Friederic’e değirmencinin “Evet alırdınız, eğer Berlin’de yargıçlar olmasaydı” demesinin üzerinden 267 yıl geçti.
Dahası Türk Ceza Yasası, bireyin adil yargıla(n)ma hakkı” değerini korumak için 277, 288 maddeleri getirdi.
Ama hâlâ her Allah’ın günü, yargının ve gelecekteki duruşma yargıçlarının yerine geçerek kanıtları değerlendirmekte, kendinden menkul hükümler kurmaktayız.
Bunlar sadece hukuka aykırı değil, çok ilkel, kınanası durumlardır.
Lütfen kendimize gelelim.
Hukukun ve etiğin gereklerine uyalım.