Yard. Doç. Dr. Maya Arakon
İstanbul’da 1972 yılında doğan Maya Arakon, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi’nden mezun oldu. Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi bölümünde lisans eğitimini tamamladıktan sonra Marmara Üniversitesi Avrupa Topluluğu Enstitüsü’nde yüksek lisans yapan Arakon, Strasbourg Üniversitesi Siyaset ve Hukuk Bilimleri Fakültesi’nde doktora ve Paris Üniversitesi Siyasal Bilimler Enstitüsü’nde post-doktora eğitimlerini yüksek başarı derecesiyle tamamladı. Arakon’un post-doktora çalışması 2009 yılında Bilgi Üniversitesi yayınları tarafından basıldı. 2006-2007 yıllarında RED dergisinde Genel Yayın Yönetmenliği yapan Arakon, Yeditepe Üniversitesi İngilizce Siyaset Bilimi ve Uluslararası ilişkiler Bölümü’nde de görev yaptı. Arakon’un siyasi analiz yazıları 2007 yılından beri çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmaktadır.
Türkiye Barış Meclisi’nin düzenlediği çalıştaya katılmak için Diyarbakırdaydım. Barış süreci konusunda Fırat’ın iki yakasındaki algının oldukça farklı olduğunu söylemeliyim. Bir konuşmacı “Hem Öcalan’la görüşüyorlar, hem de başımızın üstünden savaş uçakları kalkıp Kandil’i bombalamaya devam ediyor! Bu nasıl barıştır?” diye soruyor. Bir başka katılımcı “Daha dün Lice’de operasyon yaptılar, biz anlamıyoruz bu barış süreci nasıl bir barış süreci?” diye ekliyor.
Geçtiğimiz pazar Türkiye Barış Meclisi’nin düzenlediği çalıştaya katılmak için Diyarbakır’daydım. İki buçuk yıllık bir aradan sonra yeniden Diyarbakır’a gitmek, bana bu süre zarfında şehirdeki değişen havayı görebilme şansını verdi.
Öncelikle barış süreci konusunda Fırat’ın iki yakasındaki algının oldukça farklı olduğunu söylemeliyim. 2.5 sene öncesine nazaran şehirde bu sefer gözle görünür bir sükznet var. Eskiden olan o gergin hava yerini temkinli bir bekleyişe bırakmış sanki. Temkinli ve umutlu. Aynı intibaı Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’la görüşmemizde de edindim.
Barış isteyenler
Bilindiği gibi Sur Belediyesi Diyarbakır’da çokdilli, çokdinli ve çokkültürlü bir yaşam için Ermenice ve Süryanice kursu açmak, tarihi Surp Giragos Ermeni Kilisesi’ni restore ettirmek Havra, Cami ve Kilise gibi üç büyük dinin ibadethanelerini bir arada yaşatabilmek gibi son derece önemli işlere imza atmış bir belediye. Başkan Abdullah Demirbaş, süreci temkinli değerlendiren Kürt siyasetçilerden biri.
Demirbaş umudunu korumakla birlikte barış sürecinin en ufak bir sabotajla sekteye uğrayabileceğinin ve her şeyin yüz seksen derece tersine dönebileceğinin farkında. Bu yüzden de barış isteyenlerin elini güçlendirecek her türlü önlemi almak taraftarı. Barışı en çok isteyenlerin Kürtler olduğunu düşündürüyor onun sözleri bana, zira Demirbaş’ın bir oğlu yıllardır dağda, diğerinin ise askerlik çağı gelmiş.
Bölgedeki pek çok Kürt de hemen hemen aynı durumda. Toplantıya katılan Barış Anneleri’nin sözleri bunu net şekilde ortaya koyuyor. Barış Annelerinden Nezahat Teke, çocuğunu bu savaşta nasıl kaybettiğini kendi dilinde anlatırken, Fırat’ın batısında aslında hâlâ çok da anlaşılmamış ya da bilinmesi özellikle istenmemiş olan Kürt sorununun bu insanlarla görüşmeden, onlara dokunmadan anlaşılmasının ne kadar zor olduğunu düşünüyorum.
Nezahat Ana, “Evladını kaybeden asker anneleri de bize katılsın, hep birlikte barış isteyelim, onlar neden seslerini çıkarmıyor?” diye soruyor Kürtçe, Diyarbakır Barosu eski başkanı Mehmet Emin Aktar bu “bilinmeyen dil”de yapılan konuşmayı bize tercüme ediyor.
Tedirgin bekleyiş
Panel havasında geçen çalıştaya her kesimden katılım oldukça yüksek. Bizim oturumun konusu dünyadaki barış deneyimleri. Cengiz Çandar, Kuzey İrlanda’dan açıyor konuşmayı, ben de onun bıraktığı yerden devam ediyorum. Genelde Türkiye kamuoyundaki yanlış bir önyargı ve beklentiyi düzeltmeye çalışıyorum her konuşmamda:
K. İrlanda barış sürecinde görüşmelerin başlamasıyla barış anlaşmasının imzalanması arasında tam onbeş sene var. K. İrlanda ayrılıkçı hareketi IRA ise bu anlaşmanın imzalanmasından tam yedi yıl sonra silah bırakmaya başladı, aşamalı olan bu süreç de ancak iki senede tamamlandı.
Diyelim ki Türkiye’nin kendine özgü bir takım artıları var. Gene de kamuoyunda oluşturulan bu “birkaç ay içinde barış gelecek” algısının çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum zira PKK’lilerin siyasallaştırılma ve silah bırakma süreçleri düzenlenmeden barışın kalıcı şekilde sağlanması mümkün değil. Bu düzenleme ise nihayetinde Türkiye kamuoyunun pek de hoşlanmayacağı bir şekilde yapılmak zorunda:
Siyasallaşma kanallarının açılmasıyla.
Bu hususta Barış Annelerinin dikkat çektiği noktaya kulak vermek önemli:
“Dağdakiler bizim çocuklarımız! Ne hakla siz bizim çocuklarımızı Avrupa’ya yollayacakmışsınız? Biz çocuklarımızı yanımızda istiyoruz, hiçbir yere de göndermiyoruz, sonuna kadar onların yanındayız” diyor Barış Annesi Nezahat Teke. Diyarbakır’daki tedirginlikle karışık umudu onun bu sözlerinde bir kez daha tespit etmek mümkün. Evet bir barış olasılığı var ama nasıl bir barış bu? Kimsenin bunu net bir şekilde göremediği ve bunun da bölgede tedirgin bir bekleyiş yarattığı ortada.
Bu temkinli duruşu, son günlerde bölgede gerçekleşen bazı olaylar da negatif şekilde etkilemiş. Bir konuşmacı “Hem Öcalan’la görüşüyorlar, hem de başımızın üstünden savaş uçakları kalkıp Kandil’i bombalamaya devam ediyor! Bu nasıl barıştır?” diye soruyor. Bir başka katılımcı “Daha dün Lice’de operasyon yaptılar, biz anlamıyoruz bu barış süreci nasıl bir barış süreci?” diye ekliyor.
Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır’da yapılan gösterilerde panzerin ezmesiyle öldürülen 19 yaşındaki Şahin Öner’in ölümünün Diyarbakır Valisi ve bir kısım medya tarafından “elinde bomba patladığı için öldü” şeklinde yansıtılması da aynı şekilde infialle karşılanmış. “Neden yalan söylüyorlar? Neden gerçekleri olduğu gibi yazmıyorlar? Panzerler bir Kürt’ü değil de bir Türk’ü ezseydi bu şekilde yalan haber yaparlar mıydı?” diye soruyor genç bir yerel gazeteci.
Bunun üzerine bu süreçte yeni bir “barış dili”nin kurulması gereğinde bütün katılımcılar mutabık oluyor. Her zaman söylediğim gibi: En kolayı siyasi uzlaşmadır, bir şekilde anlaşılır.
Zor olan, bu kadar keskin acılarla yırtılmış bir toplumu yeniden birbirine bağlamaktır. İşte bu yüzden, özellikle ana akım medyanın, kullanacağı dildeki şiddet unsurlarını acilen tasfiye etmesi gereklidir. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son zamanlarda kendi üslubunda bu konuya dikkat ettiğini gözlemlemek mümkün. Aynı dikkati medya organlarının da vermesi büyük önem taşıyor.
Yapılan yanlışlar
Kürt sorununa bazı Türklerin nasıl baktığını yansıtmak açısından ilginç bir anekdotu da aktarmak istiyorum. Bizi ağırlayan Kürt meslektaşlarımdan biri Bodrum’da tatil yaparken başından geçen bir olayı anlattı. Avukat bir karı-kocayla tanışmış ve çok muhabbetli bir şekilde kaynaşmışlar.
Konu kaçınılmaz olarak Kürt sorununa gelince Diyarbakırlı meslektaşım avukat çifti Diyarbakır’a davet etmiş ve “sizi ben ağırlayacağım” demiş. Avukat Bey’in verdiği cevap son derece problematik, bir o kadar da sorunun algısındaki farklılığa işaret ediyor:
“Hayatta gelmem! Uçaktan iner inmez kafama Kalaşnikofları dayarlar!”
Diyarbakır’a yıllardır gidiyorum, bugüne kadar bir kez olsun kafama silah dayamadılar, tam tersine, büyük bir sevgi ve misafirperverlikle ağırlandım hep. Ama eğer kendi ülkesinde bir şehre gitmekten korkan bir Türk veya Kürt varsa bence oturup bugüne kadar yapılan yanlışları sorgulama zamanı çoktan gelmiştir. Barışı inşa edebilmek için öncelikle sorunun gerçekte ne olduğunu anlamak önemli çünkü.