Zor iştir göçmen olmak. Yeni bir ülkeye yerleşmek, yaşam mücadelesi vermek, her şeye sıfırdan başlamak kolay değildir. Yıkılmaz bir özgüvenin ve dayanıklılığın eseri olarak şekillenir. Hele farklı bir ırkın genetiği, insanın fiziğine yansımışsa iş daha da zorlaşır. İşte bu tanıma birebir uyan, çekik gözlü, Koreli bir ailenin yaşamına konuk oluyoruz Minari’de. Filmin adı da Kore enginarı olarak bilinen çok şifalı bir bitkiden geliyor. Su kenarlarında hudayinabit yetişen bir bitki.
“Minari”, ilk gösterimini yaptığı Sundance’da büyük jüri ve seyirci ödüllerini kazanarak festivaller yolculuğuna başlamıştı. Kore’den Amerika’ya göç etmiş bir ailenin varoluş öyküsü, usul usul akan yumuşak anlatımıyla, bu yılın en etkileyici filmlerinden biri oldu.
Yapımcı olarak bağımsızlara çok destek olan Brad Pitt’in şirketi Plan B’nin de yer aldığı filmin künyesinde, Sundance sonrası kazanılmış 100’ün üzerinde ödül var ki, bunlar arasında Yuh Jung Youn’un en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar’ı
Netflix ‘bloc-buster’ sınıfından bol efektli, bol kanlı filmlere büyük bütçeler ayırıyor. Normal zamanlarda sinema salonları önünde köşeyi dönen kuyruk yapacak, adrenalin yüklü aksiyonlardan sonuncusu, ‘Ölüler Ordusu-Army of the Dead’ oldu. Zack Snyder yönetmenlik imzası ‘300 Spartalı’dan bu yana aksiyon dünyasında önemli bir yere sahip. 90 milyon maliyetli, bu Zombi aksiyonu, Las Vegas’ı rüya kentten bir kâbus kente dönüştürüyor. Bir zamanlar neon ışıklarının göz aldığı kent, Zombi istilası sonra yıkık, enkaz yığınlarının üzerinden dumanların tüttüğü, karanlık, gri bir alana dönüşmüş. Jeneriklerin aktığı açılış sahnelerinde Elvis Presley’in ‘Viva Las Vegas’ şarkısı eşliğinde zombilerin yaptıkları kanlı ve canlı şekilde önümüze geliyor. Zombileşen dansçı kızların hatta taklit Elvis’in boyunlara saldırısıyla olanlar olmuş, Vegas hayalet şehre dönüşmüş bile. Zombiler, ısırılmadan hayatta kalanları bir mülteci kampı gibi
Toprağı bol olsun Hitchcock ustanın, geriye o kadar büyük bir hazine bırakmış ki... ‘Penceredeki Kadın-Woman in the Window’ unutulmaz gerilimi ‘Rear Window-Arka Pencere’nin (1954) ön pencereli versiyonu gibi... Sinema tarihinde filmleri, en büyük esin kaynağı olmuş Hitchcock’un, ‘Vertigo-Ölüm Korkusu’, ‘Suspicion-Şüphe’ gibi filmlerine de referanslar sunuyor yönetmen Joe Wright. Anna (Amy Adams), onun filmlerini sevdiği için görüntüler, izlediği ekrandan yaşamına giriyor. Tek mekân filmler arasında en ünlüsü olan ‘Arka Pencere’nin başkarakteri fotoğrafçı Jeffries (James Stewart), ayağı kırıldığı için evde kalmaya mecburdur. Penceresinin karşısındaki perdeleri açık dairelerdeki yaşamları sıkıntıdan izlemeye başlar. Bir şekilde insanın en örtülü alışkanlıklarından ‘röntgencilik’ yapar. Oradaki yalnızlar, mutsuzlar arasından cinayet işlenen bir daireyi de izler.
‘Penceredeki Kadın’da, Anna agorafobi hastalığından muzdarip olduğundan dışarı çıkamaz. Açık
Sokakta, otobüste, markette yanımızdan geçen giden insanlar hakkında ne kadar bilgi sahibi olabiliriz ki? Kafamızda basmakalıp yaşam şekilleri canlanır. Ne kadarı gerçektir ne kadarı ön yargıdır? Bilemeyiz… Fatma işte böyle sıradan bir karakter. Fark edilse bile üzerinde kimsenin durmayacağı, düşünme bağlamında vakit kaybetmeyeceği, başı örtülü, makyajsız, sıradan giyimli, temizliğe giden bir kadın. Evlerde, işyerlerinde sessiz, sakin işini yaparken gözlerini karşısındakinden kaçıran bir kimlik. Yaşamındaki acıları yansıtmayan düz bir yüz. Yaşamının orta yerinde ise ortadan kaybolan kocası Zafer’i aramak gibi bir saplantısı olan bir kadın.
Senarist Özgür Önurme öykü yaratıcılığıyla ve Fatma karakterinde Burcu Biricik de oyunculuğuyla bu sıra dışı sayılacak ve 6 bölüm süren hikayeye hayat vermişler. Burcu Biricik oyunculuk kariyerinde kendisine yeni yollar açacak bir karakteri hayata geçiriyor. Üzerinde çalışılmış, incelikle dokunmuş bu karakterin canlanmasında senaryonun ön gördüklerini büyük bir
Black Panther hareketinden ilk kez, 1968 Meksika Olimpiyatları’nda, 200 metre finalinden sonra kürsüde yer alan iki ABD’li atletin havaya kalkan siyah eldivenli yumruklarından sonra haberimiz olmuştu. Tommie Smith ve Juan Carlos, ulusal marşları çalınırken siyah eldivenli yumruklarını gökyüzüne doğru kaldırıp başlarını öne eğmişlerdi. Yakalarında insan hakları rozetleri takılıydı. Protestoyu insan hakları için yaptıklarını söyleyip Black Panther konusuna mesafeli durmuşlardı. Sözlerini, “Eğer kazanırsam, ABD vatandaşı olarak kazanıyorum, siyahi bir Amerikalı olarak değil. Kazanamazsam veya kötü bir şey yapsam hemen zenci oluyorum. Biz siyahiyiz ve siyahi olmakla gurur duyuyoruz. Bu akşam burada ne yaptığımızı, siyahi Amerika çok iyi anlıyor, bundan eminim” şeklinde noktalıyorlardı. Ülkelerine döndükten sonra her iki atlet baskılarla karşılaşmış, olimpiyat madalyaları ellerinden alınmıştı.
Black Panther hareketi yıllar boyu terörist bir eylem olarak FBI tarafından takip edilmiş ve çoğu kez derin devlet yöntemleriyle kontrol altına alınmış. ‘Judas and
İtalya sinemasından Netflix platformuna ciddi bir çıkarma var. Filmler geniş bir skalada 50’ler, 60’lar, 70’lerden başlıyor, son yıllara kadar uzanıyor. Komedi, aşk gibi klasik türlerin yanında en çok devlet mafya ilişkisine, politik taşlamalara yer veren ilginç filmler var. Politik taşlama ‘Yaşasın Özgürlük’ izlediğim ilginç İtalyanlardan birisi.
Politikacı ruhunun, aklının sesini dinlemeli midir? Yoksa kendisine oy getirecek söylemleri, bunlara kulak asmadan, klişeler çerçevesinde tekrarlamalı mıdır? Yaşasın Özgürlük, içten geleni, değiştirmeden, bastırmadan kitlelere aktaran bir politikacı resmi çiziyor. Tabii ki oldukça kurmaca.
Sol parti lideri Enrico Oliveri (Toni Servillo) inandırıcılığını kaybetmiş. Yıpranmış bir parti lideri olarak yaklaşan seçimlerde kazanma şansı olmayan bir politikacı. Yorgun, bezgin ve depresif. Ani bir kararla kimseye haber vermeden ortadan kaybolmaya karar verir. Birkaç gün kafasını dinlemek, toparlanmaktır niyeti. Partili yardımcıları ona ulaşamayınca panikler. Sağ kolu Andrea Bottini, telaşla
Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği ‘Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?’ sahne oyununu 23 yıl önce seyretmiştik. Çok keyif almış, yer yer duygulanmıştık. Demet Akbağ’ın canlandırdığı Gülseren, topluma kafa tutan, sözünü esirgemeyen, zekâsı ve cesaretiyle gönüllere taht kuran bir genç kızı oynamıştı. Teslim olmayan, toplumun yerleşik kuralları karşısında kaybetmeyi önemsemeden dalgasını geçen, çevresinde kendisine yapıştırılan ‘kaçık’ yaftasını umursamayan bir karaktere can vermişti. Bu kez Ecem Erkek’le hayat bulan Gülseren karakteri, gene delişmen, enerjik ve filmi taşıyan performansla karşımıza geliyor. Diğer deneyimli oyuncular için de başarılı kelimesini tekrarlamamak mümkün değil. Lakin her şey o kadar teatral ki... Yönetmen Andaç Haznedaroğlu, sahne oyununun o kadar fazla içinden geçiyor ki, sinema çok farklı bir şey demek zorunda kalıyoruz.
Erdoğan’ın 10 yıla yakın süredir perdeye aktarmak çalıştığı eser, özünde çok değişime uğramadan
Kent/köy ve baba/oğul çatışmalarını aynı öykü içinde birleştiriyor “Nuh Tepesi”. Usta oyuncuların performansları, görselliğin yarattığı atmosferle desteklenince ilk uzun metrajında genç yönetmen Cenk Ertürk sinema duygusunu mükemmel yakalıyor. Görüntü yönetmeni Federico Cesca, iç mekan ve gece çekimlerinde son derece başarılı kareler yakalamış. Haluk Bilginer ve Ali Atay’ın karakterlerini olabildiğince serbest, içten gelen performanslarla canlandırdıkları hemen anlaşılıyor. Doğal oyunculukları ve beden dilleri övgüye değer.
Kanser tedavisi gören babası İbrahim’i (Haluk Bilginer) köyüne getiren oğul Ömer’in (Ali Atay) ona karşı öfkeli olduğunu en baştan anlaşılır. Arabayla yaptıkları yolculuk sırasında, babasının ön koltukta oturmasına dahi tahammül gösteremez. Ömer’in öfke patlamaları köye varır varmaz başlar. Babası 45 sene önce diktiğini iddia ettiği ağacın altına gömülmek istemektedir. Ağaç bir tepenin üzerindedir ve köylüler Nuh