Selenyum (Se) ilk kez 1817 yılında Jöns Jakob Berzelius ve Johan Gottlieb Gahn tarafından bulunmuş ve ilk olarak Schwartz ve Foltz tarafından da 1957 yılında da esansiyel eser element olarak tanımlanmıştır.
Vücudumuzun gerek duyduğu minerallerden olan selenyum ayrıca uçak malzemesi, cam, plastik ve ilaç üretimi gibi pek çok alanda da kullanılır. Selenyum ışık enerjisini kullanılabilir bir elektrik enerjisi formuna dönüştürebildiği için güneş pillerinin üretiminde de kullanılır. Aynı zamanda seramik sanayi ve pirinç yapımında, baskı ve kopyalama sanayisinde de kullanılır. Hatta selenyum tüm bunların yanında patlayıcı madde malzemesine de dönüşebiliyor. Biz burada vücudumuzda kullandığımız selenyumdan bahsedeceğiz. Gelin bu sefer de selenyum ne işlere yarıyor eksikliğinde neler oluyor beraber bir bakalım.
Selenyumun coğrafi bölgeye göre eksikliği olabilir
İnsanlar için, selenyum almanın temel yolu yiyecek ve su ile olur. Alınan miktar da tüketilen gıda ve suyun içerdiği orana göre değişir. Bu yiyeceklerin ve suyun içerdiği selenyum miktarı da
Paslanmamızın meşhur faili serbest radikaller birçok sistemik ve kronik hastalıkta olduğu gibi yaşlanmada da başrolü paylaşıyor. Hücre içindeki enerji istasyonlarımız mitokondriler harıl harıl çalışıyor iken, şeker ve yağ asitlerinden enerji üreteyim derken bu fabrikanın bacasından çıkan serbest radikallerle de bir yandan ortamı zehirler. Tek elektronu eksik şekilde ortalığa deli gibi saldıran bu yan ürün sağdan soldan elektron kapmaya çalışan gözü dönmüş azılı bir hırsız gibidir. Hücre zarına, RNA ve DNA’ya saldırır. Zarar verir, hücrenin yapısını bozar. İşte burada tehlike çanları çalar. Çünkü oksidatif stres adı verilen bu saldırı altında kalan ve yapısı bozulan hücre, kanser başta olmak üzere bazı otoimmün, kronik, sistemik hastalıklarla karşı karşıya kalır. Bu paslanmanın en hafif sonucu da yaşlanmaktır.
Antioksidanlar bu paslanmayı geciktiren, önleyen elemanlardır. Dolayısıyla hem sağlık için faydalı hem de genç kalmak için önemlidir. Bugün bunların içinde adı daha az duyulmuş bir tanesinden
Her yeni yıl başlangıcında, iyisiyle kötüsüyle biten bir yılın ardından her birimiz kendimize bazı sözler veririz. Birtakım kararlar alırız. Bu kararlar ya da dilekler her zaman olumlu yöndedir. İyi yöndedir. Ama her zaman da sağlık ön plandadır ve olmalıdır da.
Dilerseniz gelin yeni yıla birkaç gün kalan şu günlerde bir yıl daha yaşlandığımızı düşünmek yerine bilimin bize sunduğu imkanlardan faydalanarak nasıl daha sağlıklı, daha genç ve güçlü olabiliriz ona bir bakalım.
Hücre yenileme teknolojisi
İnsan vücudu mükemmel bir şekilde zamanın akışına göre programlanmıştır. Bu programlanma yaş almayla beraber gerçekleşen yaşlanma sürecidir. Ancak bu süreci hızlandırmak da yavaşlatmak da insanın kendi elindedir. İşte tam burada vücudunuza nasıl baktığınız ne yediğiniz, ne içtiğiniz, nasıl yaşadığınız, ne kadar ve nasıl uyuduğunuz, kendiniz için neler yaptığınız büyük rol oynar.
Gençleşmek ya da genç kalmak herkesin hayali bilim de bu yönde her geçen gün daha da ileri giden çalışmalarla ilerliyor.
Birçoğumuz ışığın sağlığımıza olan etkisinin ne kadar önemli olduğunun farkında değildir. Işığın uykumuza, hafızamıza, öğrenme kapasitemize, ruh halimize ve bağışıklığımıza yaptığı etkiler hayatımızı önemli derecede etkiler.
Gözümüze bir ışık hüzmesi geldiğinde bu ışık göz retinasına düştükten sonra sinir sistemi aracılığıyla beynimizin içinde hipotalamus olarak adlandırılan bölümünde bulunan suprakiazmatik çekirdek (SCN) olarak isimlendirilen bölgeye ve epifize iletilir. Beynimize kadar ulaşan bu ışık böylece beyne “gündüz” veya “gece” bilgisini de iletmiş olur. Bu şekilde 24 saatlik bir döngüye sabitlenmiş biyolojik saat, vücuda çeşitli sinyaller göndererek temposunu ayarlar, yani ışık vücudun biyolojik saatini kontrol ederek sirkadiyen ritmi düzenler. Bu ritm böylece vücudumuzda hormon salgılanması, vücut ısısının ayarlanması, uyku-uyanıklık döngüsünün kurulması gibi faaliyetlerin belli periyodlarda olmasını sağlar. Işık, aynı zamanda vücuttaki temel görevlerinden biri
Genlerimizde taşıdığımız özellikler nesiller boyu taşınarak kuşaktan kuşağa iletilir. Bu genetik miras bazen çok olumlu özellikleri taşır. Bazen de hiç istenmeyen hastalıkları. Yani hem bir şans hem de bir şanssızlık kaynağı olabilir. Genetik olarak şanslıysanız ne mutlu size. Ama genlerinizde sizi ileride bazı hastalıklara örneğin kalp hastalıklarına götürecek özellikler varsa da hiç üzülmeyin ancak farkında olun, önlemlerinizi iyi alın, eğer gerekiyorsa tedavinize de erkenden başlayın.
Kalp ve damar hastalıkları büyük oranda önlenebilir ve tedavisi mümkün hastalıklar grubuna girdiği halde yıllardır dünyada birinci ölüm sebebi olduğu için bilim insanları da dur durak dinlemeden bu konu üzerine yoğun çalışmalarına devam ediyor. Kalp damar hastalıklarının risk faktörleri malum. Bir kısmı değiştirilemez olsa da büyük çoğunluğunu ortadan kaldırmak ya da kontrol altına almak da mümkün. Koruyucu kardiyoloji adı altındaki bu hayat kurtarıcı yaklaşım son derecede önemlidir.
Tüm bunların yanında hep sağlıklı beslenip, spor
Dünyada salgın bitti denilene kadar iş dönüp dolaşıp yine bizim üç silahşörlere maske, mesafe, temizlik (Athos, Portos, Aramis ) ve aşıya (D’artagnan) geliyor.
Pandemi bir türlü bitmiyorsa virüs ben var olacağım diyerek ha bire kendisini yeniliyorsa biz de hiç durmadan mücadeleye devam edeceğiz demektir. Bu günlerde sık sık en son çıkan varyantın adını duyar olduk. İlk kez 24 Kasım’da Güney Afrika’da tespit edilen ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından Yunan alfabesinin on beşinci harfi olan omikron isminin verildiği bu varyant tüm dünyayı alarma geçirdi.
Yeni koronavirüs nasıl doğdu?
Virüsler genetik olarak gerçekleşen birtakım olaylarla sürekli değişim içindedirler. Bu değişimlerden virüsün genomu yani genetik materyalinde bir hata oluşması üzerine gerçekleşen ve temelde virüsü aynı bırakan nispeten hafif genetik değişikliklere mutasyon adı veriliyor. Rekombinasyon yani diğer adıyla yeniden birleşme ise eş zamanlı enfekte olan virüslerin genetik bilgi değişimi sonrasında yeni tip bir
Tıptaki adı Diabetes Mellitus olan şeker hastalığı iki çeşittir. Birincisi doğuştan olan ve hayat boyu insülin iğnesi kullanımını gerektiren insüline bağımlı diyabet ya da tip I diyabet dediğimiz türü diğeri ise sonradan ortaya çıkan ve ağızdan alınan ilaçlarla hatta yerine göre sadece diyetle tedavi edilebilen hatta önlenebilen insüline bağımlı olmayan tip II diyabet dediğimiz türüdür.
Aldığımız besinlerdeki glikozun hücre içine girip kullanılması için insülin adı verilen bir hormona ihtiyaç vardır. Bu hormon normal şartlarda karnımızda midenin arka yüzüne bakan yerde bulunan pankreas bezi tarafından salgılanır. Bazen değişik sebepler yüzünden pankreasta insülin salgılayan beta hücreleri hasar görür ve bu hormonu salgılayamaz. Buna en sık sebep otoimmündür. Yani vücudun kendi bağışıklık sistemi pankreasın beta hücrelerine saldırır ve onları harap eder. Bu harabiyet %80’in üzerine çıktığı zaman hastalık belirtileri ortaya çıkar. İnsüline bağımlı olan diyabette pankreas organı yeterli miktarda
Bugün Dünya Diş Hekimliği Günü tüm diş hekimi arkadaşlarımın gününü kutluyorum. Türkiye’de ilk Diş Hekimliği Okulu 22 Kasım 1908 tarihinde kurulmuş ve 1909 yılında fiilen eğitime başlamış. İlk mezunlarının sayısı 43 kişiden ibaretmiş. Modern diş hekimliğine ise 1933 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Diş Tebabeti Mektebi kurulması ile başlanmış. Daha sonra yenileri kurulmaya devam eden ve gittikçe sayısı artan diş hekimliği fakültelerinden de her geçen yıl yeni diş hekimlerimiz mezun olmaya devam ediyor. Diş Hekimliği Günü her yıl 22 kasım günü olarak 1996 yılından bu yana kutlanıyor. Günün anlamına uygun olarak da ağız ve diş sağlığımıza gereken önemi vermemiz gerektiği hatırlatılıyor. Sağlık için önemine dikkat çekiliyor.
Ağız ve diş bakımına önem vermek gerek
Yaşamımızı devam ettirmemiz için beslenmemiz gerekir. Bunu da doğal olarak yediğimiz besinleri sindirerek yerine getiririz. Önce ağzımızda çiğneriz sonra da yutarak diğer sindirim organlarına yollarız. Dolayısıyla sindirim ağızda başlar. Burada