Tıkınma, genellikle yağ ve şeker oranı yüksek gıdalardan, herkes için aşırı kabul edilen miktarlarda (sık olarak 2000-5000 kalori arasında) yemek yeme ve bu eylemin tıbbi ve fizyolojik sıkıntıya yol açacak kadar hızlı bir şekilde yapılmasıdır. Tıkınma bir davranış bozukluğudur.
Suçluluk duygusunun eşlik etmesi, bu eylemin yalnızken ya da etraftaki bireylerden gizlenerek yapılması ve bireyde benlik saygısının düşük olması en göze çarpan özellikleridir.
Mevcut tanı sisteminde bir bireye "Tıkınırcasına Yeme Bozukluğu (TYB)" tanısı koyabilmemiz için iki önemli özelliği kapsamalıdır. Bunların birincisi; kişinin belirli bir zaman diliminde (örneğin herhangi bir iki saat içinde) ve benzer koşullarda, bir çok insanın yiyebileceğinden daha fazla miktarda yiyecek yemesi, ikincisi ise atak sırasında yeme üzerinde kontrolünün olmadığı duyumu (örneğin yemeyi durduramama ya da neyi ve ne kadar yediğini kontrol edememe duygusu) yaşamasıdır.
Tıkınma ataklarının sıklığı ise 6 ay süreyle, haftada en az iki atak olarak belirtilmiştir.
Bu kişilerde tıkınırcasına yeme atakları olmasına rağmen, bulimik hastalarda (bulimia nervoza) görülen uygunsuz dengeleyici davranışlar örneğin kendisinin yol
"Bu ülkeden çekip gitmeli" diyor kimileri. "Yaşanmaz artık burada". "Çocuklarım güvenli bir ülkede büyüsün" diyor bazıları. "Burada bir gelecek kalmadı".
Neyden vazgeçiyorsun? Kimi terk ediyorsun farkında mısın? Oysa ülken senin yuvan. Bütünlüğün. Kendinle ve sevdiklerinle kurduğun bağ. Bildiğin en iyi dilin. İşte bu yüzden mecburiyetin.
Tuhaf şeyler oluyor artık buralarda biliyorum. Biliyoruz. İnsanlar korkuyor bir şeylerden ve çok haklı gerekçelerle... Mesela ölüm, mesela tecavüz, mesela tutuklanmak... Eceliyle ölmekten değil, aslında ölmekten de değil, ölüm tehdidi altında yaşamaktan korkuyor insanlar. Bir zamanlar yalnız kalmaktan korkan bu ülke insanları artık kalabalıklardan korkuyor. Tüketim toplumunu görmekten rahatsız olduğu için gitmekten uzak durduğu alışveriş merkezlerinden, artık sağ çıkacağından endişe ettiği için uzak duruyor. Sadece yer bulamadığı için şikayet ettiği metrolardan artık hiç inememekten korkuyor bir diğerleri. Çocuğunu eğitim alması adına gönderdiği yurtlarda, dayak ve tecavüz haberleriyle tetikte aileler. Gelin oldu diye sevindiği kızını, kafasında kurşun iziyle otopsi masasında tanımaya çalışıyor bazı anne babalar. Yirmi yaşında gururlanarak
8 mart erkeklere klişe saldırı günü" bittiyse konuşalım hadi biraz aramızda. Biz bize. "Hemcins koruma takıntısı" nı bırakıp, biraz başka mevzuları keşfedelim mi kadınlar? Ve erkekler; ancak yüzünüze bu kadar çıplak ve hoyratça çarpıldığı zaman silkelenip, geçici suçluluk duygusu ile yüzleşip, 48 saat içinde kendini imha edecek meselelere biraz daha derinden bakalım mı?
15 yaşında birilerine satılan kız çocuklarından, tecavüzlerden, emeğinin karşılığında erkeklerden daha az ücretle çalıştırılan gerçek mağdurlardan bahsetmiyorum. Çünkü onların sesi 8 Mart'a ya da hiç bir marta ya da aya ve mevsime, yıla yetmiyor zaten... Çünkü onlar çoktan sindirilmiş ya da cezaevinde ya da öldürülmüş oluyorlar.
"8 mart' ta bağırabilen kadınlar"; bu güne sebep olan yani o fabrikada grev yaparak ölen kadınlardan biri de değilsiniz. Onların mirasına konmaya ne kadar hakkımız var acaba? Haklarınız için fabrika da yanmaya hazır mısınız? Biraz ona bakalım mı?
"Seçtiğiniz adamlar" nedeniyle acı çekme, kaybetme hakkında hiç bir sorumluluk almadığınız sürece bu hikayeler sürüp gidecek. "Zarar görmüş olma" ve "sizi kurtaracak kahramanı" bekleme algınız sizi beslediği ve başka meselelere olan öfkenizi erkeklere
Dünya ve ülkemiz gündeminde uzun zamandır var olan bir kavram “öteki”. Çatışmaların, savaşların, bir arada olamayışımızın sebebi olarak gösterilen “öteki”. İnsanın kendi güvenliğine tehdit saydığı “öteki”.
Peki kimdir bu ötekileştirdiğimiz? Alevi, sünni, müslüman, hristiyan, türk, kürt, zenci, beyaz... Siz hangisi olursanız olun. Bir insanın "öteki"lerden ayrılışını belirleyen nedir? Yabancılık mı hissediyorsunuz? Ya da bu “yabancı”ya neden nefret duyulması gerekiyor?
Eğer günümüzde kültürel, etnik ve dini çatışmalar bu derece yoğunlaştıysa ve insanlar yabancı gördüklerine karşı ölümcül şiddet uygulayabiliyorlarsa, bu soruların cevaplarını anlamak bir gereksinim halini almıştır. Çünkü insanı birbirine bağlaması gerektiği düşünülen ortak payda, yani sadece “insan oluş” yetmemektedir.
Birbirimizle iletişimimizin bu denli arttığı bir dünyada, aynı hızla "yabancı" olarak kabul ettiklerimiz artmakta ve sadece bu sebeple nefret duyguları açığa çıkmaktadır.
İnsanın bir başkasına duyduğu nefreti açıklayabilmesi için önce kendisine duyduğu nefreti anlayabilmesi gerekir. Eğer kendi içimizde uzlaşamadığımız, kabul edemediğimiz ve hatta düşman gördüğümüz taraflar olmasaydı yani içimizde bir
Ne çok duyar olduk etrafımızda ve ne çok kullanıyoruz şu rahatsız edici kelimeleri. “Samimiyetsiz!”, “Dürüst değil o!”, “Gerçek değil!”, “Özü başka sözü başka!”...
Ne çok arkadaşlığın, sevgililiğin, evliliğin, iş ilişkilerinin yani pek çok ilişki biçiminin bitiş cümlesi olmuştur; “Herşey kocaman bir yalan mıydı?”. Evet herşey gerçek değildi. Öyle ise tüm bunların sebebi neydi?
Elbette insanın bir ilişki içindeki en temel ihtiyacı ve beklentisi “samimiyet”. Yeterince sevilmediğimizi görmeye katlanabiliriz, pek çok kötü muamele ile başa çıkabiliriz ama samimiyetsizlik hissettiğimiz yerde güven duygumuz temelinden sarsılır ve o ilişkiyle duygusal bağlarımız paramparça olur. Samimiyetsizliğini hissettiğimiz anda o insanla oluşturduğumuz tüm hikaye anlamını yitirir, yalanın ayazında üşürken bedenimiz öylesine şaşkın, bir kez daha umudu eksilmiş ve çok kez daha aldatılacağını bilerek öylece kalıveririz. Peki bize yaşatıldığında böylesine sarsıcı etki bırakan samimiyetsizliği bizler neden başkasına yaşatırız? Neden sadece bedende durması gereken pırıltılı kostümleri ruhumuza da giydirir kendimizi farklı sunarız? Üstelik bu ruhsal kostüm darsa, içinde sıkışıp kalıyorsak ve buna rağmen evde
Eğer bir kız çocuğunuz varsa ve ona yaşam hakkında çok önemli bir bilgi vermek istiyorsanız öncelikle "özgüven" i öğretin. Gerisi gelir... Bu zaten dünyanın ona sunacağı ya da eksik bırakacağı her koşulda var olabilme cesaretidir. Erkeklerin kurduğu bir dünyada babasına ya da kocasına ya da "o adama" sırtını dayamadan var olabilme becerisini getirir.. Bu da bir erkekle ihtiyaçlarını karşıladığı için değil, birlikte yaşama değer katmak için yan yana durma arzusu demektir...
Çok kez sorarız hepimiz karmaşık soruları. Hayat denen şey bu mu? Canının acıması bu mu? Hem yola devam ederiz ve tadarız hem pes eder, küser, tadına vardığımız şeyi kusar ama yeniden ve yeniden başlarız. Ama eğer genotipimiz XX ve fenotipimiz kadınsa şu hayatta bazı ayrıca değerlere sahip olmalıyız. O kız çocuğunuzun bir mesleği olsun öncelikle. Kirasını ve faturalarını ödeyebilen bir kadının bir başkasına minnet etmeyeceğini bilsin. "O adam" a aşk icin gitsin. Kendi hayatının içinde olduğunu hissedebilsin, dışında değil. Başkasını hoşnut edebilmek ve kendini zorlamakla, kıvranıp durmakla ilgili olmasın. "Nasılsan öyle kalabilmek"le ilgili olsun mesela. Kendi değerlerini keşfedebilsin, bir başkası onaylamasa
Hayat sana duygularını yaşamamayı, dizginlemeyi, ehlileştirmeyi ögretir inatla. Sen dolu dizgin hissetmek isterken hem de... İste bu yüzden insan olağanüstü düzeyde yalnız. Hüznümüzü, acı çektiğimizi, öfkemizi ya da neşeyle ve coşkuyla parladığımızı tüm çıplaklığıyla yaşamaya da, yansıtmaya da çekiniyoruz. Peki ne yapıyoruz bu durumda? Sosyal normlara uyabilmek ve etrafımızda ki insanları ürkütmemek adına duygularımızı ketliyor, sadeleştiriyor, biraz daha hoş bir sunum için süslüyoruz. Yoksa duygularımızın işlemden geçirilmemiş haline tahammül edebilecek insanlar yok etrafımızda çoğunlukla. Çünkü bu yoğunluğu taşıyacak olan bir öteki de zaten kendi duygularından kaçabilmek için aynı savunmaları kullanıyor. Çünkü bize duygu yaşamak tehlikeli bir durum gibi gösterildi. Çünkü "duygularını değil mantığını kullan gibi" ne anlatmak istediği çok belirsiz, saçma sapan bir cümle gözümüze sokuldu hep. "Çok aklı başında" yaşayanlar ki bu ne demekse yüceltildi. Tüm başarısız sonuçlanan meselelerimiz fazla "duygusal" davranmamıza bağlandı. Ah bu duygular hep bize hata yaptırdı! Ve biz de duyguları yok edemeyeceğimize göre onlara makyaj yapmaya karar verdik. Başka bir şeye dönüştüren plastik
Erkekler kadına duydukları arzuya teslim olmak ya da bu arzuyla başa çıkmak arasında bir ömür geçirirler. Kadın gizemi olarak adlandırdıkları korkuları da bu yolculukta onlara daima eşlik eder. Kadın, korkunç Savaş Tanrısı Ares’i evcilleştirip uysallaştıran Aşk Tanrıçası Afrodit’tir. Kadın, ‘Temel İçgüdü’ filminde bütün kötülükleri yapan ama hepsi de yanına kar kalan Catherine Tramell’dır. Eski Ahit’e göre bir arslanı tek başına yenebilen, bir tapınağı kendi elleriyle yıkabilen Samson’a ihanet ederek yok olmasına sebep olan Delilah’dır. Ama asıl olarak kadın, bir erkeğin ilk hayal kırıklığını yaşatan, ilk acıyı tattıran annedir...
Erkek yaşamı boyunca bu gizli korkuyu saklamaya ya da yok saymaya çalışır. Bunu bazen kadına ihtişamlı bir sevgi gösterisi üzerinden yapar. Onu yüceltme, tapınma, ilgi ve hediyelere boğma davranışları ile kadınla uzlaşma yoluna gider ve korkmasına gerek kalmadığına kendisini inandırır. Ya da tam aksine kadını aşağılama, küçük görme ve şiddet uygulama tavırlarıyla bu korkuyu tamamen inkar eder. Kadının rahatlıkla başa çıkılabilecek, ezilebilecek bir varlık olduğunu düşünerek kendisini rahatlatır. Böylece her iki durumda da kendisine olan saygısını ayakta