31 Mart seçimlerine giderken bir kez daha partilerin inişli çıkışlı ittifak görüşmelerine tanıklık ediliyor. Aslında, hem 7 Haziran 2015 genel seçiminin ortaya çıkardığı hem de 16 Nisan 2017 referandum süreciyle pekişen “açık ittifaklara” tanıklık.
7 Haziran sonrası koalisyon arayışı için başlayan istikşafi görüşmelerin yerini, partiler arası ikili, üçlü ittifak müzakereleri aldı. Peş peşe gidilen seçimlerle birlikte müzakere süreçlerinden partiler, liderler ve adaylar açısından çıkarılabilecek ders notları da çoğalıyor.
Partiler açısından
Örneğin liderlerin, kurmayların ve tabanın beklenti, açık talep ve uyarılarını göz ardı eden kararlar alabildiklerini, bunlarda diretebildiklerini görüyoruz.
Tüm partilerde ittifakı zorunlu bulanlarla a, b, c, d partisiyle ittifak kurulması/kurulmaması gerektiğini düşünenlerin ya da partinin tek başına seçime girmesini savunanların hemen hemen eşit oranda olabildiğini görüyoruz.
Bu nedenle söz konusu görüşlerden herhangi birini savunanların önce kendi aralarında karşı karşıya gelebildiğini görüyoruz.
Ayrıca bu görüşlerde olanların son ana kadar süreci etkilemek, yönetmek, yönlendirmek için var güçleri ile çalıştığını görüyoruz.
Hem parti içini hem de müzakere yapılan tarafı harekete geçirmek, zorlamak ya da tepkisini ölçmek için “gerçek dışı” açıklamalar üretilebildiğini ya da kişisel fikirlerin parti görüşü gibi yansıtıldığını görüyoruz.
Başta liderler olmak üzere, partilerin, kendi tabanlarının yanı sıra ittifak aranan partinin tabanını da dikkate alarak politika üretmek, iki hatta üç tabanı birden yönetmek zorunda olduklarını görüyoruz.
Liderden, parti sempatizanına kadar söylemden, eyleme süreç yönetiminde dikkat edilmesi gerekenler olduğunu ve bunların bağlayıcılığını görüyoruz.
İttifak görüşmelerine partilerin hep ellerini yüksek tutarak başladıklarını görüyoruz.
Müzakere masalarında kimi zaman yumuşak, kimi zaman sert ifadelerin kullanıldığını, masalardan kolayca kalkıldığı gibi aynı kolaylıkla oturulabildiğini, dolayısıyla hızlıca kesin yargıdan kaçınmak gerektiğini görüyoruz.
Müzakereler sırasında partilerin arka kapıları, ön kapılardan daha fazla kullanmak zorunda kalabildiklerini görüyoruz.
“İttifak yapmıyoruz, yapmayacağız” açıklamalarının bazen sadece kayıtlara geçmesi için sarf edildiğini, müzakere sürecinin “kayıt dışı” da yürütülebildiğini görüyoruz.
Liderler açısından
Beş yıldan önce yenisi öngörülmeyen (tıpkı 31 Mart gibi) seçimlere gidilirken parti içi rekabetin şiddetini artırdığını görüyoruz.
Her siyasi parti ile müzakere yürütmeye hazırlıklı birden fazla kurmay olması gerektiğini görüyoruz.
Müzakere masasındaki kurmayların lider çok güvense de karşı taraf açısından tercih edilmediğini, güvenilmez bulunarak değiştirilmesi talebinin gelebildiğini görüyoruz.
Müzakerecilerin kimi zaman partilerini görüşmeler konusunda doğru ya da yeterli bilgilendirmediğinden şikayet edildiğini görüyoruz.
Bazı partilerde seçimde elde edilecek başarı yerine, seçim sonrası ortaya çıkabilecek olası tabloya, parti içi yarışa, dengelere odaklanıldığını görüyoruz.
Adaylar açısından
Bir partinin kalesi olarak görülen yerlerde aday adayının her zaman daha fazla, bu yüzden de parti içi rekabetin daha sert olduğunu görüyoruz.
Başkan olmak isteyen bazı adayların adlarını gündeme getirmek için haddinden fazla çaba sarf ettiğini, bunun yarardan çok zarar getirdiğini görüyoruz.
İttifak müzakerelerine konu olan bazı adayların iki tarafı da yönlendirmeye çalışabildiğini görüyoruz.
Parti tarafından aday olarak ilan edilse bile adayların sahada çalışması için görüşmelerin sonucunu beklemesi gerektiğini görüyoruz.
Adınızı önceden açıklayarak müzakerede ön almaya çalışıldığı gibi, müzakere sonucunda feda da edilebildiğinizi görüyoruz.
Şimdiye kadar gözlemlenip, görülebilenler, parti yönetimlerinin, neredeyse bir zorunluluk haline gelen ittifaklar konusunda stratejilerini belirlerken dikkat etmesi gerekenler. Ama aynı zamanda süreçlerin tanıklığını yapan medyanın da sorumluluk alanları.