Türkiye, bu hafta sonu, tarihinin en büyük siyasi dönüşümlerinden birini gerçekleştirecek. Tam burada bitmekte olanı söylememiz lazım; 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD önderliğinde oluşturulan ekonomik ve siyasi sistemde, Türkiye, kendisine biçilen “deli gömleğinin” içinden bu seçimlerle çıkıyor.
2. Dünya Savaşı sonrası hemen 1947 yılında, CHP -tek parti- iktidarı döneminde başlayan süreç, gerçek anlamıyla 24 Haziran 2018 tarihinde sonlanıyor.
Bu anlamda 1947 yılı çok ilginç bir “başlangıç” yılıdır. IMF, Türkiye’ye bu yıl adım atar, bu yılla birlikte ekonomik ve siyasi sistem şekillendirilir. Esasında dünyada da bu yılla birlikte başlayan ve soğuk savaşla devam eden süreç, ilk önce Berlin Duvarı’nın 1989’da çökmesiyle, sonra da 2008 krizinin dalgalarıyla yerle bir oldu.
Dünyada da yaklaşık yirmi yıldır büyük bir altüst oluş yaşanıyor. Geleneksel siyaset ve iktisat teorileri ve en genel olarak da sağ ve sol olarak ifade edilen siyasi kutuplaşmalar, bir önceki yüzyılın bitmiş gerçekleri olarak tükeniyorlar. Bugün bütün dünya, gelişmiş ülkelerden gelişmekte olanlara oradan azgelişmişlere kadar, yeni bir arayışın ve çıkışın imkânları arıyor.
Bu sürece şimdiye değin görülmemiş derinlikte ve yaygınlıkta bir teknolojik devrim de eşlik ediyor. Dünyanın teknoloji oluşturma ve üretim merkezleri Batı'dan Doğu'ya kayıyor ve bilgi-ağ teknolojileri denetlenemez olarak derinleşip yaygınlaşıyor. Dikey ve yatay olarak yani üretim eksenleriyle oluşan teknolojik devrim, ekonomik ve siyasi hiyerarşi silsilesini altüst ediyor.
Ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan Amerikan hegemonyasının üzerinde, 19. yüzyılda Avrupa’nın üzerindeki hayaletten çok daha farklı ama ondan daha muzaffer bir hayalet gerçeğe dönüşerek volta atıyor.
Sıra Türkiye’de
Önce Pasifik Asya ülkeleri, sonra da Türkiye gibi, hem Avrupa’ya hem de Asya’ya dokunan merkez eksen ülkeler, eskimiş siyasi paradigmaya yeni liderler ve siyasi hareketlerle meydan okuyorlar. Hiç şüphesiz ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Dünya beşten büyüktür” mottosu bu meydan okumanın en somut ve en anlaşılır tarihi formülasyonu olmuştur. Ama bununla da bitmiyor; Batı’nın çöken ticari ve enerji çevrimini, teknolojiyle birlikte, Asya ve Güney ülkeleri önce denetlemeye sonra da ele geçirmeye başlıyorlar. Türkiye, tam da burada, merkez bir eksen ülke olarak öne çıkıyor ve hem güney hem de kuzey enerji ve ticaret yollarını, Pasifik ve Avrupa arasında yeniden inşa ediyor. Ortadoğu coğrafyasında, Akdeniz’de kartlar yeniden karılıyor.
Bütün bu büyük altüst oluş içerisinde Türkiye, yeni bir büyüme ve kalkınma politikasının da konturlarını çiziyor. Son on yılda -IMF bu ülkeden gittiğinden beri- attığımız bütün adımlar, oluşturduğumuz kurumlar, yaptığımız bütün altyapı yatırımları önümüzdeki hafta başlayacak yeni dönemin -aslında- ilk adımlarıydı. Peki, Türkiye böyle bir dönüşümün eşiğindeyken, eski sistemin en tepesindekiler ne durumda? Buraya güncel olarak bakalım:
Bitişler ve başlangıçlar...
Avrupa, özellikle güney Avrupa yeni bir resesyonun eşiğinde. İspanya ve Portekiz Dünya Kupası’nda ne performans gösterir şimdiden pek belli olmadı ama bu ülkelerin ekonomi performansı aşağı yukarı belli ve yeni bir kriz kapıda. İtalya’yı ise saymıyorum bile...
Avrupa Merkez Bankası (ECB) bundan dolayı ne yapacağını bilemiyor. ECB, parasal sıkılaştırmaya gitse -ki bunu Almanya istiyor- Euro yeniden hızla değerlenecek ve bu ülkelerin krizi de euro’nun değerlenmesine bağlı olarak derinleşecek. Bunun için ECB parasal sıkılaştırmanın ve faiz artırımının uzaktan işaretini verir gibi yapıyor ama bunu yapmasına imkân yok. Bunu yapmadıkça da Almanya krize girmek üzere olan ülkelerin yükünü omuzlamak zorunda kalıyor ki burada Merkel kredisinin sonuna gelmiş durumda.
Sonuç olarak, Avrupa cephesinde hem siyasi hem de ekonomik bir kriz var.
Öte yandan, 2008 deki krizden beri kapitalist sistemin kurtarıcısı durumunda olan Pasifik Asya ekonomileri, büyümenin sonuna gelmiş görünüyorlar. Başlayan ticaret savaşları yalnız dış rekabet ve ihracat geliri üzerine kurgulanmış bu ekonomileri yakında çok zor durumda bırakabilir. Yani, 2009’dan beri Pasifik Asya’ya hızla kayan Doğu kalkınması şimdi Avrasya üzerinden devam etmek zorunda. Yeni ticaret savaşları bize bunu söylüyor.
Bu durumda, Türkiye Avrupa’nın kıyısında ve Pasifik Asya ile Avrupa’nın ticari olarak da irtibatını sağlayan bir ekonomi olarak öne çıkıyor. Üstelik Türkiye, Hazar Denizi'nin güneyindeki sahalardan ve Şahdeniz 2 sahasından elde ettiği doğal gazı, TANAP’la Türkiye’ye aktarmaya başladı. Bu enerji yolu esasında Güney Gaz Koridoru olarak, Akdeniz bölgesinin doğal gazını Avrupa ana karasına taşıyacak. Öte yandan, Rusya ve Türkiye’nin son zamanlarda geliştirdiği en büyük enerji projelerinden biri olan Türk Akım’la da kuzey enerji yolları Türkiye’nin denetiminde olacak. Yani Avrupa’nın enerji güvenliği Türkiye’nin istikrarıyla çok ilintili...
Ancak bununla da bitmiyor. Çin’in tek yol tek kuşak projesi de Türkiye üzerinden Avrupa’ya bağlanıyor ve Türkiye, bununla ilgili hızlı tren sistemlerini geliştirmiş durumda. Tabii ki yeni İstanbul Havalimanı bütün bunları taçlandıran bir final olarak da karşımızda...
Sonuç olarak, bugün hem Avrupa’nın hem de ticaret savaşlarıyla büyümesi hatırı sayılır bir şekilde düşecek Pasifik Asya’nın çıkış noktalarından biri, istikrarlı bir Türkiye’dir. Bu da ancak güçlü bir Erdoğan iktidarıyla olur.
Ancak bu durum, çok ilginç olarak, Birleşik Krallık ve Amerika için de böyledir. Birleşik Krallık, hem kendi iç sorunlarını çözmek hem de Avrupa ile olan Brexit sürecini yürütebilmek için Türkiye gibi güçlü bir partnere ihtiyaç duyacaktır. Amerika ise, bize göre, ticaret savaşlarının kaybedeni olacaktır. Doların giderek azalan ticari çevrimi ABD’nin orta ve uzun vadede ikiz açıklarını finansmanı için zorlanmasına yol açacak ve başta Çin olmak üzere, fazla veren ülkeler ABD’yi zaman içinde finanse etmekten vazgeçerek ekonomik ve siyasi gücünü gerileteceklerdir. Esasında ABD gücünün gerilemesi çoktan başladı. Trump batmakta olan şirketin başına geçen iddialı ama çılgın bir CEO gibi davranmaya ancak bir müddet daha devam edebilir.
Türkiye ise tıpkı, 2008 krizinin başlangıç yıla olan, 2009 ve sonrasında olduğu gibi bu çalkantılardan uzak kendi güvenli yolunu çiziyor. Seçimlerden sonra gündeme gelecek olan Başkanlık Sistemi, yatırım yapılabilirlik katsayısını, bürokrasiyi azaltarak en üst seviyeye çıkartacak. Merkez Bankası’nın ve diğer bağımsız iktisadi kurumlarımızın yolu ise bellidir. Para politikaları konusunda en ufak bir belirsizlik yoktur. Maliye politikaları ise bellidir ve bütçe olarak Türkiye, dünyanın en sağlam bütçe gerçekleşmelerine sahiptir.
Türkiye’nin seçim sonrası için para ve maliye politikaları bütünü olarak bir iktisat politikası belirsizliği yoktur. Tam aksine, piyasa yanlısı reformlar güçlenerek devam edecektir. Şundan eminiz; 24 Haziran’da Türkiye’de istikrar ve güven kazanacak ve bu dünyaya da örnek olacak.
Peki, bunun aksi olabilir mi? Türkiye, yukarıda anlattığımız büyük dönüşümü ıskalayarak CHP’nin lümpenizmine (Çok uzun bir müddettir; CHP’yi nasyonal-sosyalist olarak nitelendiriyordum. Ama Muharrem İnce’yi, bu kampanyayla birlikte biraz yakından izleyince, Kılıçdaroğlu ve İnce ikilisiyle temsil edilen CHP siyasetinin nasyonal-sosyalist bile olamayacağını gördük. Bu olsa olsa ancak sefil bir lümpenizm olabilir) teslim olur mu? 15 Temmuz’u yaşamış bir ülke bu lümpenizmi, hiç şüphesiz ki elinin tersiyle tarihin çöp tenekesine itecektir!
Şimdi en güçlü devrimin Anadolu’dan başlayacağı tarihin eşiğindeyiz!
24 Haziran kutlu olsun!