Yalnız Türkiye’de değil, hemen hemen her ülkede siyaset kendisine yeni bir yol arıyor. Politik alandaki köklü değişimler, devrimler, karşı devrimler, çok uzun zamandır dünyanın az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerinde oluyordu. Şimdi gelişmiş ülkelerde de köklü politik değişimler görmeye başladık. Fransa’nın yeni cumhurbaşkanı, kökleri Kara Avrupa’sında hatta Fransa’nın kendisinde olan geleneksel politik kodlamaların dışında siyasi çizgisini tarif ediyor. Yeni Fransa Cumhurbaşkanı’nın Fransız Devrimi’nden beri tüm dünyadaki siyaseti belirleyen sağ-sol tanımlarının dışında bir görüntü vermesi esasında çok yeni olmayan ancak farkındalık ve vurgu olarak yeni bir duruş olarak okunmalıdır.
Erdoğan çizgisi
Türkiye’de de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çizgisi -Türkiye’ye özgü koşullar saklı kalmak şartıyla- böyledir aslında. Ekonomide liberal ama tekelci olmayan, rekabetçi ve küçükleri de koruyan hakkaniyetli (adil) bir bakış açısını başından beri savunan Erdoğan çizgisi, yalnız bu yönüyle bile, geleneksel Kara Avrupa’sı ve Anglosakson sağından çok ayrı bir arayıştır. Öte yandan, ekonomide bireyi ve tek başına girişimci taciri merkeze alarak devletin merkezi rolünü reddettiği için de yine
Dün açıklanan enflasyon rakamlarıyla tüketici fiyat endeksi bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 11.8 oranında arttı. Enflasyondaki bu ısrarcı katılığı ve yükselişi TCMB son enflasyon raporunda üç temel nedene bağlıyor: a) TL’nin değer kaybı, b) ithalat fiyatlarındaki yükseliş, c) Gıda fiyatlarındaki artış...
Bu nedenler, temel olarak, eksik bir saptamayı içerse bile, TCMB, buna karşı hangi önlemleri aldı? Bu da TCMB, son enflasyon raporunda şöyle özetleniyor: TCMB, bir haftalık repo ihalelerine ara veriyor ve marjinal fonlama kademeli olarak azaltılıp ve sistemin fonlama ihtiyacı Geç Likidite Penceresi’nden (GLP) karşılanıyor. Yani düşük politika faizi yerine yüksek GLP faizinden sistem fonlanıyor.
Kısaca, TCMB, sene başından beri, enflasyona yalnız para politikasını sıkılaştırarak ve örtülü faiz artışıyla cevap vermiş.
GLP, kurdaki oynaklık endeksinin en üst seviyede olduğu durumlarda, spekülatif döviz talebini kısmaya dönük bir para politikası aracı olarak devreye girebilir. Ancak siz sürekli GLP faizini yukarı çekerek bunu enflasyonla mücadelenin temel aracı yapamazsınız. Zaten enflasyon meselesini böyle çözmeye çalışırsanız gıdanın enflasyonist etkisini de görmezden gelmiş
Türkiye’de referandum sonrasında ekonomik göstergelerin yeni bir büyüme perspektifiyle, hızla iyileşeceğini öngörüyorduk. 2016 yılında görülen, başta döviz kurları olmak üzere, temel göstergelerdeki bozulma ve oynaklık da referandum sonrası yoluna girmeye başladı. Ekonominin, istihdam, fiyat istikrarı, ihracat gibi alanlarda kalıcı bir iyileşmeye gidebileceği ve tıpkı 2010-11 yıllarında olduğu gibi, istihdam yaratan yüksek büyüme oranlarına, 2018 ve 2019 yıllarında ulaşacağı şu günlerde ortaya çıkıyor.
Ancak tam burada çok önemli bir sorunumuz var. Size bu sorunu anlatmak için 2011’de yakalanan yüzde 8.5 büyümesinden sonra 2012’de ekonominin neden dibe vurdurulduğunu yazmam gerekiyor. Çünkü tam şu sıralar bu eski senaryoyu yeniden ekonominin gündemine getirmek isteyenler var.
Türkiye, 2011’deki hızlı büyüme temposunu 2012 ve sonrasında ara vermeden sürdürebilirdi. Ancak, 2012 ilk çeyreğinde çok ilginç gelişmeler oldu.
2012’de ne oldu?
IMF, Türkiye’nin 2012 büyümesini yüzde 2 civarında öngörüyordu. Ancak cari açığın GSYİH’ye oranının yüzde 8.8, enflasyonun da yüzde 10.6 olarak gerçekleşeceğini öngörmüştü. Yani IMF, hızlı büyüme düşüşüne rağmen, cari açıkta ve enflasyonda hızlı düşüş
Avrupa’da Türkiye’ye karşıtı politika, Almanya gibi, ülkelerin münferit-örtük siyasetini aşarak, kurumsal ve topyekûn bir karşı duruşa dönüşüyor.
Avrupa Komisyonu Parlamenter Meclisi’nin (AKPM) aldığı “siyasi denetim” kararı bunu anlatıyor. Bu, zaten bekleniyordu...
Ancak bu kurumsal karşı duruşun 15 Temmuz sonrası belirginleşmesi ve referandum sonrası da AKMP’nin bu kararının gelmesi üzerinde durulması gereken bir husustur.
Öte yandan, hemen belirtmemiz gerekiyor ki AKPM kararı, Türkiye’nin günlük finansal göstergelerinde olumsuz hiçbir etki yapmadı. Piyasaların bu kararı hiç önemsememesi, Türkiye’nin yoluna AB olmadan da devam etmesi halinde bile, yatırım yapılabilir ülke konumunda olacağını bize gösterdiği gibi, AB’nin de küresel piyasalar nezdinde artık ciddi bir ekonomik ve siyasi birlik olmadığını anlatıyor.
Genişleme bitti!
AB’nin bu haliyle bittiğini ve AB’nin bu halinin artık bir genişleme sürecinde değil, bir dağılma sürecinde olduğunu yazmıştık. Esasında, AB’de Avrupa Komisyonu’na dayanan AB liderliği ve buna dayalı genişleme Avrupa’da -çoktan- bitmişti.
“Tarihsel olarak AB içerisinde iki liderlik modeli gelişti. Avrupa Komisyonu ilk modeli sunmaktadır. Bu durum, Avrupa
Referandum sonrasında, öngörüldüğü gibi, para ve sermaye piyasalarında gözle görülür bir normalleşme ve buna bağlı “iyileşmeyi” izliyoruz. Ekonominin üzerindeki siyasi belirsizlik bulutu şimdilik kalkmış gözüküyor. Ama hemen belirtelim ki bu, her şeyin yolunda gideceği anlamına gelmiyor. Ancak bu göreli istikrar durumu, ekonomi için çok önemli bir hareket alanı ve yeni döneme hazırlık içinde bulunmaz bir temel (çıkış alanı) oluşturuyor. Zaten 2017 başı itibariyle yabancıların İstanbul Borsası’na (BIST-100) girişleri hızlanmış ve referandum sonrası, erken seçim ihtimalinin de ortadan kalkmasıyla, yeni sermaye girişlerinin olacağı beklentisi en üst düzeye çıkmıştı.
Bu durum, ekonomiye yalnız para ve sermaye piyasalarının istikrarı olarak bakanları tatmin edebilir. Ancak beni tatmin etmiyor.
Türkiye, 2019’a kadar olan süreyi nasıl kullanmalı ve biz 2019 yılının sonunda Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne nasıl bir ekonomi teslim etmeliyiz? Bu sorunun cevabını bugünden vermeye kalkmazsak bu, devrim gibi, sistem değişikliğini haybeye yapmış oluruz.
İstikrar ve Avrupa...
Türkiye, halen bölgesinde istikrarın ve ekonomik görünürlüğün en üst düzeyde olduğu ülke. 16 Nisan referandumu sonucu itibarıyla
Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) son dünya ekonomik görünüm raporuna baktığımızda, kalıplaşmış birkaç teknik ve ekonomik verilerden kaynaklı yorum dışında, raporun örtülü bir siyasi yöneliminin olduğunu, açık olarak, görüyorsunuz. Raporda, küresel ekonominin orta vadedeki riskleri sıralanırken küresel gelir dağılımı eşitsizliği, gelişmiş ülkelerin içe dönük -korumacı- politik yönelimi, ekonomilerdeki düşük verimlilik gibi tespitler yapılıyor ancak bu temel yapısal sorunların ana nedenleri tespit edilmediği için, büyüme beklentilerinden, yapılması gerekli reformlara kadar olan sonuç tespitleri, sübjektif siyasi temenniler olarak rapora yansımış gözüküyor.
Rapor, genel olarak, merkez Avrupa dahil olmak üzere, gelişmiş ülkelerin büyüme beklentisini yukarı revize ederken, gelişmekte olan ülkelerin büyüme beklentilerini, siyasi risk temelli olarak, düşürüyor. Tabii Türkiye’nin de 2017 büyüme beklentisi, aynı nedenle, aşağı yönlü olarak revize ediliyor. IMF, kısaca şunu söylüyor: “Referandum ve sonrasında jeopolitik risklerin de etkisiyle Türkiye bir siyasi belirsizlik sürecine girecek.” Tabii bu tespitin bir temenni olmadığını, objektif ekonomik bir çıkarım olduğunu söylemek isteriz ama
16 Nisan referandu-munun sonuçları üzerine öyle sanıyorum ki yüzlerce sayfa bir solukta yazılabilir; bu sonuçlar üzerinden hatırı sayılır kitaplar, doktora tezleri ortaya çıkar. Ancak hukuki sonuç için sadece rakamlara ihtiyaç var ve o rakamların ortaya çıkardığı siyasi bir kesinlikle karşı karşıyayız.
16 Nisan itibarıyla Türkiye’nin siyasi ve idari sistemi değişti. Esasında bu, 15 Temmuz 2016’nın doğrudan sonucudur ve 15 Temmuz’da darbeye izin vermeyen halkın anayasal devrimidir. Beğenin ya da beğenmeyin ama böyledir.
Esasında burada şöyle bir paradoks da var; son on yıldır, özellikle 2008’den beri, metropollerde, Ak Parti’nin ekonomi-politikaları ile refahı yükselen, ulaşım ve kitle iletişim araçlarını en üst düzeyde kullanan orta-üst sınıflar, aşağıdan gelen bu yeni dalgayı risk olarak algıladı ve “durumlarını” korumak üzerine pozisyon aldı. Ancak bunun zamana bağlı bir sınıfsal tedirginlik olduğunu sanıyorum. İstanbul, Ankara gibi iki büyük metropol başta olmak üzere, Türkiye’nin sanayi ve ihracat merkezlerindeki itiraz, bana göre, 2012’den beri Türkiye’nin büyüme temposunu aşağıda tutmaya çalışan ve bunu da -maalesef- başaran anlayışa itirazdır.
Kapsayıcı büyüme
2012-2013
Öyle sanıyorum ki önümüzdeki hafta başı Türkiye’de bir ilki yaşayacağız. Milletin sandığa gittiğinin ertesi günü sandık sonuçları doğrudan herkesin ekonomisine daha o sabah yansıyacak. Yani herkes örneğin sandıktan evet çıkması halinde ekonomik durumunda bir iyileşme gözlemleyecek. Böyle olunca pazartesi sabahı bütün burç yorumcuları herkese “Bu hafta ekonomik durumunuzda hatırı sayılır bir iyileşme olacak” diyebilirler. Şaka bir yana, önümüzdeki hafta bankada bekleyen kredi talebinizin onaylandığını, bürokraside bekleyen dosyanızın kanatlandığını, faizlerin daha da düşme eğilimine gireceği için alım gücünüzde önemli bir artış olduğunu, birikiminizin ve gelirinizin ana kaynağı olan TL’nin daha da güvenli bir para haline geldiğini görebilirsiniz. Ben bunun Türkiye’deki seçim tarihinde bir ilk olacağını söylemek istiyorum.
Bu son hafta “evet” ihtimali artık tereddütsüz satın alınmaya başlandı. Borsaya girişler giderek hızlanıyor. Önümüzdeki hafta TL’si en hızlı değerlenecek ilk beş para birimi olarak görülüyor. Ancak ben bu değerlenmenin piyasa koşullarında bir seviyede sabitleneceğini öngörüyorum. Dolayısıyla, yakın zamanda en çok şikâyet edilen ekonomik soruna dönüşen liradaki