Türkiye, geçen hafta sonu 15 Temmuz’un AB versiyonunu yaşadı. Tıpkı 15 Temmuz gecesi gibi sabaha kadar ayaktaydık. Hollanda merkezli bu girişim konusunda, öncelikle şu başlangıç notunu yazmamız gerekiyor; 11 Mart akşamı Rotterdam’da olanlar Hollanda seçimleriyle bağlantılı olmadığı gibi, yalnız Hollanda’nın inisiyatifiyle de sınırlı bir saldırı değildir. 11 Mart akşamı Bakan Fatma Betül Sayan Kaya’ya ve Rotterdam’daki Türk vatandaşlarına yapılanlar, Almanya’nın yanına yedeklediği Hollanda ile birlikte doksanlı yılların başında geliştirdiği merkez Avrupa projesinin güncel adımlarından biridir. Bu strateji (proje) şimdi 28 üyeye ulaşan AB’yi iç içe çemberler olarak tasarlıyor ve AB’nin kendi doğusuna doğru genişlemesini Türkiye sınırlarında durduruyor.
AB genişlemesi...
Esasında AB’nin 1951 yılında Paris Antlaşması’yla kurulan ve Almanya, Fransa, Belçika, Lüksemburg ve Hollanda ile sınırlı olan ilk halinden sonra 1973’te İngiltere, İrlanda ve Danimarka ile başlayan 5 genişleme evresine baktığımızda, siyasi ve ekonomik çözülmeyi çok açık olarak görürüz. Birinci evre kabul edilen İngiltere’nin üyeliği zaten bitiyor.
Son evre ise 2004, 2017 ve 2013 Hırvatistan ile 13 periferi Avrupa
Türkiye, bütün engellemelere rağmen, yeni bir siyasal-iktisadi sisteme doğru gidiyor. Bu yeni dönemde genel refah düzeyinin hızla yukarı çıkacağını göreceğiz. Bu anlamda 16 Nisan, Türkiye’nin iktisat tarihinde de -ileride- bir dönüşüm tarihi olarak okunacaktır.
Esasında şimdilerde Cumhurbaşkanlığı ve hükümet müesseselerinin en üst düzeyde anlaşması sonucunda ekonomide çok önemli karalarlar alınıyor ya da alınacak kararların, reformların ipuçları ortaya çıkıyor. Türkiye’de kapsayıcı büyüme kavramıyla anlatacağımız, gelir dağılımını düzelten, orta ve küçük boy işletmeleri destekleyen, bu işletmelerin yararlanacağı ve rekabet edeceği altyapı yatırımlarını ülkenin her yerine yaygınlaştırarak yapan yeni bir büyüme ve kalkınma stratejisi de belirmeye başladı.
Yeni sistem...
Varlık Fonu’nun kurulması, Kredi Garanti Fonu gibi uygulamaların hızla devreye girmesi ve bankacılık sisteminin teminat-kredi verme perspektifinin değişmeye başlaması, tarımda teknoloji yoğun, optimal verimli ölçeği destekleyen teşvik politikalarına dönülmesi, teşvik sisteminin bölgesel teşviklerin yanı sıra, teknoloji boyutuyla da genişletilmesi, enerji yatırımlarında -özellikle yenilebilir enerjide- Ar-Ge ve üretim
Bugün Avrupa Birliği’nin sonu belli olmayan bir ekonomik ve siyasi krizin içinde bocalayıp durmasının baş sorumlusu Almanya’dır. Bu Almanya’nın şimdilerde Türkiye’deki siyasi sürece doğrudan ve dolaylı müdahalesi, hiç şüphesiz ki Almanya’nın doksanlı yılların başında başlattığı dolaylı ilhak politikasının sonuçlarından biridir. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkıldığı tarih, aynı zamanda, Almanya’nın, tıpkı Nazi Almanya’sı öncesinde olduğu gibi, Alman sanayisinin tıkandığı tarihti.
Nazizm ve nedenleri
20’nci yüzyılın ilk çeyreğinin bitiminde, ilk dünya savaşının büyük devletler arasındaki paylaşım sorununu çözmediği ortaya çıkmıştı. Kara Avrupa’sında Almanya, Anglosakson tarafında da ise İngiltere ve ABD merkezli yeni bir krizin ilk işaretleri beliriyordu. Alman sanayisi, hızlı büyüyen ABD ekonomisine, doğal kaynakları elinde tutan yeni Sovyetler Birliği’ne ve eski sömürgeci dönemlerin avantajını kullanarak kaynaklara, pazarlara kolay ulaşan İngiltere ve Fransa’ya karşı oldukça dezavantajlı konumdaydı. Sovyetlerin elindeki doğal kaynaklara ve yeni pazarlara ulaşamayan Almanya, Avrupa’nın ortasında sıkışmış krizi bekleyen bir ülke konumundaydı. İşte Nazizm’le örtüşen Alman faşizminin
Trump’ın ABD Kong-resi’ndeki konuşması pek yeterli bulunmadı. Zaten yeterli olması da beklenemezdi. Trump’ın seçim öncesi ve sonrası ekonomi konusunda söyledikleri ABD’nin güncel sorunlarının gözleme dayanan pragmatist-palyatif “çözümü” şeklindeydi. Örneğin, Cumhuriyetçilerin geleneksel vergi indirimi söylemi dışında, otomotiv gibi “eski” sanayilerinin yatırımlarının ABD’ye dönmesi gerektiğini söylemesi üzerinde çalışılmış bütünlüklü bir ekonomi-politikası metninden çekip alınmış çıkışlar değildi. Trump’ın ısrarcı korumacı söylemleri de, orta ve uzun dönemde, pek uygulanabilir olmayan, anlık popülist çıkışlar olarak okunmalıdır.
“Trumpnomics”
Nitekim Trump’ın Kongre konuşması da gösterdi ki bir Trumpnomics’ten oldukça uzağız. Çünkü Trump’ın ekonomi konusunda bütün söyledikleri kendi içinde çelişen ya da küreselleşmenin -krizin- şu aşamasında uygulama imkânı olmayan “iddialar.”
Örneğin, Trump işsizliği hızla düşüreceğini iddia ediyor, bunun için de otomotiv gibi geleneksel sanayi yatırımlarının, emek maliyetleri daha düşük ve vergi avantajı olan ülkelerden, ABD’ye dönmesini talep ediyor. Ama öte yandan Trump, ABD’nin açık veren bir ekonomi olduğunu biliyor ve bunun için de doların
Türkiye köklü bir anayasal sistem değişikliğine giderken bunun önünü kesmek isteyen, bir önceki yüzyılın hegemonyasını temsil eden güçler de harekete geçti. Türkiye’nin sınır ötesinde terör örgütleriyle başarılı mücadelesinin Türkiye için kalıcı ekonomik kazanımlara dönüşmemesi için yeniden harekete geçildi. ABD’nin Suriye’de YPG’yi açıktan destekleyen videoları servis etmesi elbette tesadüf değildir. Ancak tesadüf olmayan gelişmeler bununla da sınırlı değil. Bütün darbe dönemlerinin fikri hazırlayıcısı ve ideolojik yapıcısı olan medyanın yeni darbe senaryoları ile Yunanistan’ın neo-Nazi Savunma Bakanı’nın yaptıklarının zamanlaması da tesadüf değil. Bütün bunlara karşı Türkiye 16 Nisan’da tabii ki cevap verecektir. Zaten bu cevabı tahmin ettikleri için bunları yapıyorlar.
Kıbrıs Rum kesiminin Enosis sesleriyle masadan kalkması da bütün bunlardan ayrı değildir. ABD’nin henüz ne yapacağını bilmediğini ve Trump’ın işbaşına gelmesiyle yeni yol haritasını çizemediğini görüyoruz.
‘Balkanlaştırma’
Buna bağlı olarak, ABD’nin Obama’nın ikinci döneminde belirlenen -ancak DEAŞ gibi örgütlerle bile mücadelede iflas etmiş- Ortadoğu politikasını Pentagon ısrarla sürdürüyor. Bu politika,
Artık taşlar yerine oturmaya başladı. Türkiye 16 Nisan’da -büyük bir ihtimalle- gerçekleşecek sistem değişikliğine doğru giderken, bundan sonra izlenecek yol haritası konusunda çok geniş bir mutabakata ulaştığımızı gözlemliyorum. Esasında köklü anayasa değişikliklerinin özünde toplumların yeni mutabakat ihtiyacı vardır. Her anayasa ihtiyacı ya da değişikliği öncelikle ilk olarak o toplumun kendi içindeki konsolidasyonu, yani yeniden düzenlenmesi, sonra da bu yeni “düzenin”, küresel sistemde yeni haliyle kendisini kabul ettirmesi sürecini içerir. Bu anlamda yerel olan mutabakat ne denli güçlü ve kararlı olursa, bu mutabakatın küresel düzlemdeki karşılığı o denli güçlü ve meşruiyeti yüksek olur.
Tabii ki 16 Nisan’da milletin oyu belirleyici olacak ama benim şimdiden gördüğüm, Türkiye’nin en güçlü sivil toplum kurumları, bu kurumların temsil ettiği ekonomik çevreler yeni sistemin kaçınılmazlığını artık teslim ediyorlar.
Bu konuda tabii ki milat 15 Temmuz darbe girişimidir. 15 Temmuz’dan sonra atılan adımların, özellikle ekonomide bir devrim niteliğinde olduğunu görüyorlar. Öte yandan, siyasi istikrar ve terörle mücadele konusunda da 15 Temmuz bir milattır. Bu anlamda 15 Temmuz’un
Dünyanın ticaret ve finans dengeleri, tam şimdilerde, yeniden belirleniyor. Yeni bir para ve ticaret sistemi arayışlarını ve buna bağlı olarak atılan adımları biz, şu sıralar, en çok Asya tarafında görüyoruz. Trump’un işbaşına gelir gelmez Trans Pasifik Anlaşması’nı (TTP) iptal etmesini Çin, şimdi kendisine altın tepside sunulan bir avantaj olarak görüyor. Çin, çok yoğun ticaret yaptığı, G. Kore ve Avustralya ile yeni serbest ticaret anlaşmaları yapmaya hazırlanıyor. Ama daha da ötesi Çin, G. Kore gibi güçlü sanayi üreticisi ülkelerle ticari parasal birlikler de oluşturuyor. G. Kore, Çin’e karşı fazla veren ender ülkelerden biri ve şimdi Çin ile G. Kore yaptıkları anlaşma gereği doğrudan yerel paralarla ticaret yapacakları gibi, G. Kore elindeki yuan fazlasına dayanarak yuan cinsinden tahvil ihraç edecek. G. Kore, bu yolla dolar karşısında güçlü yerel paraların ticari saik dışında, finans ağı içinde de kullanılmasını sağlayacak çok önemli bir adımı atıyor. Çin ve Güney Kore’nin 2012 yılında yaptıkları Serbest Ticaret Anlaşması belki şimdilerde en güçlü sonuçlarını doğuruyor.
Öte yandan bugün 2 trilyon dolarlık bir büyüklüğe yaklaşmış bulunan katılım bankacılığı -faizsiz bankacılık-
Şu sıra, anayasa değişikliği başta olmak üzere, Türkiye siyasetinde ve ekonomisinde yapılan niteliksel değişimleri biz, Avrupa, İngiltere ve ABD’de olanlardan bağımsız tartışamayız.
Trump’ın işbaşı yapmasıyla, ABD’nin Obama döneminden çok farklı yeni bir yolu bir seçenek olarak gündeme getirdiğini görüyoruz. Bu dönemde, Türkiye-ABD ilişkileri de hiç şüphesiz ki Obama döneminden, hatta daha önceki Bush dönemlerinden çok farklı bir yol izleyecektir.
Geçen akşam yapılan Erdoğan-Trump telefon görüşmesi bu yeni başlangıcın ilk önemli işareti olarak okunabilir.
ABD, Bush döneminde fiili işgalle, sekiz yıllık Obama döneminde de DEAŞ, YPG gibi terör örgütleriyle “istikrarın” sağlanamayacağını gördü.
Trump’ın DEAŞ konusunda bir önceki yönetimi suçlaması da tesadüf değildir.
Bu çıkış, Obama dönemindeki yanlış stratejinin tek bir cümleyle eleştirisidir de aynı zamanda...
ABD, bölgede beklediği “istikrarın” ne ABD askeri ile ne de Obama döneminde ortaya çıkartılan ve yönlendirilen terör örgütleriyle sağlanamayacağını yaşayarak öğrenmiş oldu.
İstikrar ve TVF...