Nihayet son haftaya girdik. 16 Nisan, Türkiye için devrim niteliğinde bir sistemik dönüşümdür ve bu dönüşüm yalnız Türkiye’yi değil, içinde bulunduğumuz büyük coğrafyayı da dönüştürecek potansiyeli ve toplumsal dinamikleri barındırmaktadır.
Referandum sürecinde Anadolu’nun birçok kentine gittim. 16 Nisan’da gerçekleşmesi muhtemel anayasa değişikliği, yalnızca bir anayasal değişim olarak görülmüyor Anadolu’da... Bu değişim, siyasal değişiminden ziyade, yeni bir ekonomi yolu, yani refah adımı olarak görülüyor.
Hani “hayır” kampanyası yürütmeye çalışan Kılıçdaroğlu soruyor ya, “18 maddeye bakın, burada sizi doğrudan ilgilendiren, çıkarınıza ne var” diye... Esasında bu soru bu kampanya sürecinin en esaslı sorusu... Çünkü bu değişim, bir bütün olarak, Türkiye’nin ekonomik gelir dağılımı piramidinde en altta kalanları doğrudan ekonomik olarak etkileyecek ve 17 Nisan’dan sonra onların hayatlarına doğrudan dokunacak ve hem iktisadi olarak hem de siyasi katılım olarak onları yukarıya taşıyacak bir değişimdir. Ve tam da bundan dolayı Türkiye’de statükonun baş temsilcisi CHP ve aparatları bu büyük dönüşüme karşı çıkmaktadırlar. Ama bu gerçek, özellikle Anadolu’da teorik bir tez değil, bizzat
Yalnız Türkiye için değil, içinde bulunduğumuz 2017 yılını tüm dünya için bir dönüşüm ve bu dönüşüme bağlı bir başlangıç yılı kabul edebiliriz.
Avrupa Birliği, İngiltere’nin çıkışıyla birlikte yeni bir döneme hazırlanıyor; artık bu çok açık. ABD ise Trump’la birlikte yeni bir yol arıyor. Trump ve Xi Jinping görüşmesinin beklenenin aksine gergin geçeceğini sanmıyorum. Trump, ABD’de ki Cumhuriyetçi geleneğin sıradan bir devamcısı değil. Trump’ın Bush’un bıraktığı yerden devam etmeyeceğini söyleyebiliriz. Yani Pasifik ve Ortadoğu gibi sıcak bölgelerde doğrudan müdahale üzerine kurulu, saldırgan bir ABD politikası söz konusu olmayacak. Böyle olunca ekonomi tarafında da ABD, faizleri ve dolayısıyla doları yukarıda tutan “iktisat aklı” dışında bir politika izleyemeyecek.
Bu politikanın ilk işaretlerini Çin-ABD zirvesinin sonuçları itibariyle göreceğimizi sanıyorum. Dolayısıyla hem Avrupa ve İngiltere tarafında, hem de ABD ve Pasifik tarafında yeni politik hatların ortaya çıkmakta olduğu bir genel “pat” halinin yani yeni bir dengeye giden belirsizliğin olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye ise bu küresel belirsizliği, 16 Nisan itibarıyla, kendisi ve bölge için aşma eşiğinde bulunuyor. 16 Nisan
Türkiye’nin 16 Nisan itibarıyla gerçekleştirmek için ilk adımını atacağı büyük dönüşümü biz -bu anayasa değişikliğine bağlı sistem değişikliği olduğu için- ağırlıklı olarak idari, hukuki ve siyasi alanda tartışıyoruz. Ancak bu sistem değişikliği esas itibarıyla ekonomide çok önemli değişimlere yol açacak ve biz gerçek anlamda en büyük dönüşümü ekonomi alanında göreceğiz.
Önümüzdeki anayasa değişimi, milletin siyasi iradesini doğrudan iktidarın bütün erklerine taşıyan ve bu erklerin politik denetimini, anayasal mekanizmalarla, yine doğrudan millete bırakan bir halk devrimidir. Bu devrimin kaynağı da, çok açık olarak, 15 Temmuz’dur. 15 Temmuz direnişi ve başarısı olmasaydı bu anayasal değişim de olmayacaktı.
Böyle olunca, geçen yazımızda da belirttiğimiz gibi, 16 Nisan dönüşümü özünde, bir toplumsal mutabakat temelinde gerçekleşecektir. Bu toplumsal mutabakat, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son on yıldır adım adım yukarıya taşıdığı yoksul ve orta sınıfları merkeze alan ama her kesimin kazanacağı bir tarihsel uzlaşma temelidir. Bu temelin ana harcı da ekonominin, her kesim için, giderek daha iyi ve ortak refaha giden bir yol izleyeceği beklentisidir. Esasında bu dönüşüm için şunu
Türkiye’nin ekonomi-politikası konusunda, şimdiye değin yaptığımız, çoğu tartışmanın da sonuna yaklaşıyoruz. 16 Nisan referandumu bu anlamda da bir milat olacak. Artık bu ülkede ekonomiyle ilgili “yapısal reform” dendiğinde herkes farklı bir şey anlamayacak. Çünkü 16 Nisan’da Türkiye’nin atacağı adım, yeni anayasaya bağlı olarak, ekonomik ve siyasi sistem değişikliğidir.
Bütün anayasal sistem değişikleri, toplumların somut ihtiyaç ve beklentilerine bağlı olarak, bu ihtiyaç ve beklentilerin kesişme noktasında oluşur. Bu anlamda bütün anayasal değişim ihtiyaçları, özünde o milletin -toplumun- en üst düzeyde mutabakatıdır. Ben, Türkiye’de bu mutabakatın anayasal değişiklik doğrultusunda sağlandığını düşünüyorum.
Özellikle ekonomide, belki de hiç konuşmadığımız, sessiz bir millet mutabakatı var. Bu mutabakat, sanayiciyi de, kamu çalışanını da, işçiyi de, esnafı da kapsayan bir yeni iktisadi yönelimi ve bu yönelimin altını dolduracak günü karşılayan kapsamlı reform paketleri beklentisine bağlı olarak sağlanmış durumda.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, hemen hemen bütün konuşmalarında, yeri geldiğinde faizlerin düşmesi gerektiğini, faize, ranta dayalı bir ekonomik yolun bizim kabul edemeyeceğimiz
Türkiye, tarihi dönemece yaklaşırken, Avrupa, İngiltere ve ABD cephesinde ilginç gelişmeler oluyor. Avrupa, İngiltere’nin Brexit kararından sonra, Almanya önderliğinde yeni bir konsolidasyona hazırlanıyor. Kuzey Avrupa’nın zengin ülkeleri, Hollanda, Belçika gibi küçük ama güçlerini eski sömürgeci geleneklerinden alan ülkeler Almanya merkezli yeni bir Avrupa’ya yüzlerini dönmüş görünüyorlar. Böyle bir Avrupa’nın tabii ki şu sıralar en büyük korkusu, Türkiye’deki siyasi ve iktisadi sistemin, kendi denetimleri dışında değişmesi ve bu değişimin, Doğu Avrupa’dan başlayarak, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Ön Asya coğrafyaları da Almanya merkezli Avrupa’nın hegemonyası dışına kalıcı olarak taşıma potansiyeli... İngiltere AB’nin içindeyken Almanya, Doğu Avrupa’yı doğrudan kendi periferisi (arka bahçesi) olarak görüyordu. Bu anlamda AB’nin 5. genişlemesi, Almanya’nın Yugoslavya’yı parçalamasından sonra uygulanan bir Alman genişleme stratejisidir. Almanya, bu küçük ülkeleri ucuz işgücü deposu, pazar, enerji alıcısı olarak siyasi ve ekonomik hegemonyası altında topladı. Bu strateji 2013’e kadar sorunsuz işleyecekmiş gibi duruyordu. İngiltere, homurdanmaya başlamıştı ama Brexit kimsenin aklına
Geçen hafta Almanya’da toplanan G-20 ülkelerinin ekonomi yöneticileri, beklendiği gibi, hatırı sayılır bir karar alamadı. Ama böyle dönemlerde karar metinlerinde atıf yapılmayan stratejik konular bile bize güncel gidişatı anlatabilir. G-20’nin zirvelerindeki bütün sonuç metinlerinde olmazsa olmaz bir konu olmuştur; korumacılık... G-20 zirvelerinde en çok konuşulan ve atıf yapılan mesele de küresel serbest ticaret olmuştur. Bu sefer karar metninde, serbest ticarete olumlu bir gönderme yapılmadı ve korumacılık konusundaki her zamanki uyarı yer almadı. Bu hiç şüphesiz ki bize tehlikeli bir yola girdiğimizi gösteriyor. Yeni ABD Başkanı Trump’ın korumacılık konusundaki ısrarı, sanıyorum karşılık bulmaya ve yeni bir ticaret savaşına dönüşmeye başladı. Serbest ticaretin kuralsızlaştırılması ve bu alanda daha önce tespit edilmiş küresel hukuk çerçevesinin çiğnenmesi öncelikle bu kuralları çiğneyenlere zarar verir.
Batı ülkeleri, hızla kendilerini iktisadi gelişmişlikte yakalayan gelişmekte olan ülkeleri korumacılıkla durduramazlar. Bu, belki bir önceki yüzyılda olabilecek bir şeydi. Ancak teknolojinin hızla yayıldığı ve bilgi paylaşımının ekonominin bir parçası olduğu bir zamanda malların
Türkiye’de yeni dönemin öncü sonuçlarını almaya başladık. İçinde bulunduğumuz dönem, yalnız Türkiye için değil bütün dünya için sistemik değişimlerin olduğu/olacağı bir dönem. Sistemik değişimlerin olduğu zamanlarda hem önceki dönemi hem de gelecek dönemi sürüklemiş/sürükleyecek, belki de dönemler üstü diyebileceğimiz, alanlara bakmak gerek. Örneğin enerji...
Enerji alanındaki değişim, hem arz hem de talep yönüyle böyle dönemlerde çok önemlidir. Ayrıca bu alana yönelik devletlerin iştahı ve o zamana kadar süren ‘oyunu’ değiştirme iradeleri de izlenmesi gereken bir değişkendir.
20. yüzyılın hemen başında enerjide kömürden petrole geçiş, petrol kaynaklarının olduğu ve Osmanlı’nın hakimiyetinde olan Ortadoğu coğrafyasını adeta dünyanın merkezi yaptı. İngiltere, Almanya, Fransa ve daha sonra ABD bu bölgeyi temel stratejik alan olarak belirledi. Osmanlı’nın parçalanması ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin, başta Musul-Kerkük olmak üzere, temel enerji alanlarından uzak tutulması ve Lozan’da Misak-ı Milli’nin devre dışı bırakılmasının temel dinamiklerinden biri de enerji hakimiyeti savaşıdır.
Enerji ve pazar
Esasında enerji hakimiyeti ile pazar hakimiyeti birbirini tamamlar. Enerjiye ulaşan ve
Sanıyorum bugün yine faiz tartışacağız; bu yazı yazılırken Amerikan Merkez Bankası’nın (Fed) faiz kararı açıklanmamıştı. Ama Fed’in dün akşam faiz artırımına gideceğini küresel para piyasaları zaten satın almıştı. Hatta Fed’in muhtemelen 25 baz puanlık tedrici -utangaç- faiz artımlarının 2017 yılına denk gelecek tüm yükü de satın alınmış durumda. Ayrıca gelişmekte olan ülkeler, artık eskisi gibi yüksek dolar sendromunu aşacak yeni ekonomi-politikalarını ve bu politikanın araçlarını geliştiriyorlar. Fed faiz artırdı diye bir gelişmekte olan ülke merkez bankası niye faiz artırır? Buradaki basit varsayım şudur; Fed’in faiz artırması doları ABD’ye yönlendirir ve dolar talebi, fiyatı artar. Bu durumda, rezerv paraya sahip olmayan ve özellikle dış açık veren merkez bankaları faiz artırarak, dolar bazlı sıcak paraya yüksek faiz saikiyle talip olurlar.
Böylece Fed’e göre kendi iç piyasalarında yeni bir denge oluştururlar. Ama bu bir kısır döngüdür. Yüksek faizle gelen sıcak para, yerel parayı geçici değerlendirir ya da dolar karşısında değer yitirmesini önler. Bu, aslında morfin etkisidir. Gereksiz yüksek faiz iç piyasayı daha da sıkılaştırır, ekonomide daralma potansiyelini yukarı çeker.