Başbakan Binali Yıldırım, bayramda bu gazeteye verdiği mülakatta, ekonomiyle ilgili çok önemli ipuçları verdi. Sayın Başbakan’ın söyledikleri, hükümetin başı olarak, sıradan, yaz sonu “Ekonomide işler iyi gidecek” demeci değildi.
Başbakan, “Türkiye, enflasyon -cari açık- yaratmadan da yüksek büyüme hızını yakalayabilir, bunu yapacağız” dedi. Bu, sıradan bir cümle değil. Çünkü Türkiye’nin çok uzun yıllardır yürüttüğü ekonomi-politikası ortalama -en çok- yüzde 5’lik bir büyüme temposuna ayarlanmıştı. Bu büyüme de ithalata, borca dayalı ve hizmetler sektörü ağırlıklı olarak gerçekleşmek üzere programlanmıştı. Merkez Bankası, para politikasını, şimdiki gibi enflasyon hedeflemesi temelinde yapıyor ama hem dalgalı kur rejimi uygulanan dönemde hem de kur çıpası odaklı kur rejiminde, örtülü ve açık, kur hedefliyor ve düşük kur ve yüksek faiz enflasyon hedefi için tek araç olurken, ekonomi, yüksek faiz-değerli TL’ye bağlı olarak ithalatın, sıcak para girişlerinin yoğun olduğu bir borç ve ithalat cennetine -bizim için cehennem- dönüşüyordu.
Bu para politikası modelinde, banka kesimi -kamu- ve özel sektör büyük açık pozisyonlarla çalışmak zorunda kalıyor ve ekonominin tümü çarpık
Türkiye, 2019 seçimlerine değin, ekonomiyi, ekonomi politikalarını, daha çok, “politikleştirerek” tartışacak. Esasında böyle de olması gerekiyor. Çünkü ekonominin en yalın hali bile politiktir ve ekonomi diye anlattığımız “şey” aslında ekonomi-politiktir. Şu hayatta bana en politik kavram hangisi diye sorulsa, hiç düşünmeden, devlet bütçesi derim. Evet, bir devlet bütçesinden daha politik bir şey yoktur; çünkü bütçe, kamunun devlet gücüyle topladığı kaynakların nasıl, nereye kullanılacağını, kesimler arasında nasıl bölüştürüleceğini, hangi kesimlerden ne oranda vergi alınacağını sonra bunların tekrar nasıl, nereye aktarılacağını bize söyler ve bu anlamda, gelmiş geçmiş en politik iktisadi kurumdur.
Bugün devlet bütçeleri “çağdaş” maliye politikasının temel araçlarından biridir. Bütçenin kaynakları ve bu kaynakların yaratılarak yeniden dağıtılması sonrası bütçenin hangi araçlarla bağlanacağı -denkliği- iktidardaki siyasetin politik duruşuyla doğrudan ilintilidir.
Günümüzde bütçelerin en önemli sarfları faizdir. Bu anlamda bütçenin faiz dışı fazla vermesi, günümüzde bir başarı sayılıyor. Ancak ben bu “başarı” kıstasının tek başına şu günlerde artık geride kalması gerektiğini
Bu uzun bayram tatili sonrası Türkiye’de yazın ekonomiyi yavaşlatan ritmi bitiyor. Son bayram tatili vesilesiyle de gördük ki bu yaz, turizm sektörü, geçen yıl uğradığı kayıpları biraz olsun telafi etti. Bayram sonrası, hiç şüphesiz ki günlük ekonomiyi daha fazla konuşacağız. İlk çeyrek büyümesinin yüzde 5 gelmesinden sonra, ikinci ve üçüncü çeyrek öncü göstergelerinin işaret ettiği gibi, daha yüksek büyüme verileri de bu süreçte karşımıza gelecek.
Büyüme verisindeki en önemli kalemlerden biri olan yatırım kalemindeki iyileşmeyi, net dış ticaret ve iç tüketim kalemlerinde görüyoruz ve burada bir devam trendi de var. Bu büyüme trendi son çeyrek itibarıyla yavaşlayabilir ancak bu yavaşlamanın, yılın genelindeki büyümeyi ilk üç çeyrek ortalamasının altına çeken keskinlikte olmayacağını da söylememiz gerekir.
Bu durumda, Türkiye ekonomisi, 2017’yi, 2010-11 yıllarına yaklaşan bir büyüme trendiyle bitirmiş olacak. Bu, 2018 için de avantajlı bir başlangıç sayılmalıdır. Burada iki önemli soru sormamız gerekir. Birincisi, bu büyüme trendi kapsayıcı ve sürdürülebilir mi; ikincisi de hangi sektörlerde yoğunlaşacak. Bu iki sonunun da tek bir cevabı var ve o da bir soru.
Sorular ve cevaplar...
Sor
Türkiye’nin istikrarlı iktidar dönemlerinde ortalama yüzde 5’lik bir büyüme performansının olduğu söylenir.
Türkiye’nin, yetmişli yılların başından itibaren büyüme temposu, dış borç-kısıtlı büyüme-cari açık-kriz sarmalında vasati yüzde 4 ortalamayla ama kapsayıcı olmayan, gelir dağılımını bozan çarpık bir trendle, AK Parti iktidarlarına kadar devam etti. Dünyada petrol krizi diye anılan ancak şimdiki güncel krizin başlangıcı olan 1973 kriziyle birlikte Türkiye’de de cari açık-dış borç temelli krizler dönemi başlamış oldu.
1973, 1980, 1987, 1994 ve 2001 krizleri, iç talebin sınırlandırıldığı, kamu eliyle kaynakların iktidardaki azınlık oligarşisine dağıtıldığı, kriz anına kadar TL’sinin aşırı değerli tutulup, ülkede borç ödeyecek döviz kalmayınca gece yarısı yüzde yüz devalüasyonların yapılarak ülke zenginliğinin bir gecede dışarıya transfer edildiği bir dönemin ürünüydü.
Türkiye, bu kısır döngüyü ancak 2008’den itibaren Erdoğan’ın IMF ile Türkiye ilişkisini kesmesiyle aşmaya başlamıştır.
Ancak “Aman yüzde 5’i aşmayalım, bunun üzeri bize cari-açık, enflasyon dolayısıyla kriz olarak döner” yaklaşımı hep bir sabit fikir olarak yerini korumuştur.
Oysa tam aksine, Türkiye için, yüzde 5’lik
Ekonomide, bayram sonrasından başlamak üzere, içeride ve dışarıda oldukça hareketli bir döneme gireceğimizi söyleyebiliriz.
Ancak Türkiye ekonomisinin yakaladığı dinamizm, “dışarıdaki” olumsuzlukları bertaraf edecek, hatta fırsata çevirerek yeni imkânlar açacak seviyeye çoktan ulaştı.
Örneğin, geçen hafta Almanya Başbakanı Merkel, Türkiye’yi Gümrük Birliği ile tehdit etmeye kalktı. Boş konuştu yani. Zaten hemen arkasından da AB Bakanı Ömer Çelik, “Bizim GB tadilatıyla ilgili bir acelemiz yok, bu talihsiz bir açıklama ve zaten AB adına yapılmamalı” cevabını verdi. Doğru, Türkiye’nin bu konudaki hızlanma isteği esasında Trans Atlantik Serbest Ticaret Anlaşması’na (TTIP) bağlı olarak, Türkiye ile AB arasındaki GB tadilatının yapılmasıydı.
Şimdi TTIP eski bir masal artık. TTIP’in Trump’la birlikte bittiğini kimse sanmasın, TTIP, AB ve ABD’nin eskisi gibi dünya ticaretine hakim olmalarının imkânı ortadan kalktığı için gündemden düştü.
Dünyanın artık Londra, New York ve Frankfurt’tan oluşan bir ekonomik sacayağı yok, İstanbul’dan Pekin’e kadar bütün hinterlant birbirine yeni ekonomi ağları (internet, telekomünikasyon) bağlı ve teknoloji rantı, tekeli bir önceki yüzyılda kaldı.
Şu aşamada AB
Türkiye’de sanıyorum, futbol kadar olmasa da, ekonomi oldukça popüler bir tartışma alanı. Ekonominin iyi mi kötü mü olduğu ya da ekonominin nereye gittiği (bu tartışma başlığı, dinamik bir trendi anlattığı için, daha doğru ve daha yaygın) konusunda, doğal olarak, herkesin bir görüşü var. Öncelikle herkes kendi zaviyesinden, aile bütçesinden ekonomiye bakıyor. Yarın ne olacağını, çocukların eğitimi, emeklilik vs., tahmin etmeye, tedbir almaya çalışıyor ve buna bağlı olarak günlük gelişmeleri takip ediyor. Bu anlamda “piyasaları” takip etmek, Süper Lig’i takip etmek kadar yaygın ve popüler bir uğraş. Tabii bu uğraşın iki yanı var; birincisi amatör taraf -izleyiciler- ikincisi profesyonel taraf -piyasa yapıcıları, ekonomi yönetimi, ekonomiyi yazan çizen anlatan hatta üniversitelerde öğreten akademisyenler-. Peki bu profesyonel iktisatçılar iktisat bilgilerini nereden alıyorlar, hocalar, piyasa yorumcuları, banka yöneticileri iktisadi, özellikle Türkiye’de, nasıl hangi yöntemle, hangi içeriklerle öğreniyorlar?
Bu, önemli bir soru çünkü iktisat bilimi, tamam hukuk gibi normatif bir bilim değil ama, fizik gibi de doğanın temel işleyişinden kaynaklı değişmez kanunları üreten, bunları
IMF, Temmuz 2017 raporunda, büyük gelişmekte olan ve gelişmiş ülke ekonomilerinde göreli-kısmi büyüme artışları olacağını ancak dünya büyüme ortalamasının yüzde 3.5’te kalacağını öngörmüştü.
Burada dikkat çeken hususun, başta ABD olmak üzere, gelişmiş ülke büyümeleri, ortalama yüzde 2 ile, gelişmekte olan ülkelerin çok altında bir performans sergilemeleri... Fed’in, bütün çabasına rağmen, ABD büyümesi, enflasyon, işsizlik verilerinde istenilen düzeye erişemiyor. Esasında, Fed’e rağmen aşılamayan bu kısırlık bize gösteriyor ki mesele yalnız “parasal” genişlemeyle çözülemeyecek kadar derin.
Nükleer gevezelik...
Krizin bu denli ve yapısal olması tabii ki Trump’ın aklına önce Soğuk Savaş çözümlerini, sonra da savaşı getiriyor. Bu çerçevede geçen hafta yaşadığımız “nükleer gevezelik” bir Soğuk Savaş mirası olsa da 1947 ile 1991 arasında yaşanılandan biraz farklı. Bu sefer K. Kore, hem ABD hem de Çin için figüranlık yapıyor ve meselenin, Çin ile ABD arasında Pasifik’ten başlayan yeni ticaret düzeni hâkimiyeti sorunu olduğunu görmemizi de engelliyor. Oysa bir önceki Soğuk Savaş, açıktan ABD-Sovyetler üzerinden dünyanın yeniden paylaşımının (nükleer) dengesiydi.
Obama ve Hillary Clinton,
Sanıyorum şu bankalar - reel sektör ilişkisini ve buna bağlı olarak piyasa (rekabet) büyüme meselelerini soğukkanlı olarak konuşmamız lazım.
Bunu yapamazsak ekonominin can damarını oluşturan bu alanlarda yanlış anlamalara ve buna bağlı olarak piyasa işleyişine zarar vermiş olacağız.
Öncelikle bu hafta Sayın Cumhurbaşkanı’nın bankalara olan tepkisi ve buna bağlı olarak söyledikleri, yalnız bir siyasetçi olarak doğru ve haklı değil, bu tepki ve sözler, iktisat ve finans bilimi açısından da objektif tespitler.
Öncelikle en üst seviyeden gelen bu eleştiriler, kimilerinin sandığı gibi, sektöre değildir. Tam aksine, uzun vadede, yalnız ekonominin bütününe değil, banka sektörüne de zarar verecek bir anlayışa yöneliktir.
Rekabet nerede?
Sayın Cumhurbaşkanı’nın, açıkça vurguladığı gibi, bankaların bu denli hâkim olduğu ve reel ekonomi alanlarını yönettiği bir piyasa -ekonomi- olmaz.
Çünkü piyasa işleyişinin en temel kurallarından birinin burada olmadığını söyleyebiliriz. Yani sektörler arası rekabet yoktur burada. Banka ve finans sektörü, tüm ekonominin patronu olmuştur ve ekonomiyi yönetmektedir.
Böyle olunca, onlar