Çok sevdiğimiz çok yerle vedalaşmak zorunda kaldık bu şehirde.
Hepsinde canımız çok acıdı, ama bazılarının gidişi bizi daha da derinden etkiledi.
Evet, İstanbul, mekânları çok hızlı tüketti, ama bazı mekânlar o kadar karakterliydi, o kadar farklı bir duruşları vardı ki İstanbul onları tüketmeden, tüketemeden onlar kendileri şehre veda etmeyi uygun gördü.
Müdavimlerinin, sevenlerinin tüm itirazlarına rağmen.
Tarık Bayazıt ve Savaş Ertunç’un Changa’sı tam da böyleydi benim için.
Taksim’deki Changa, İstanbul yeme-içme hayatındaki değişimi başlatmıştı, ilk defa İstanbul’da bir restoran Wallpaper’dan Monocle’a birçok önemli yayının radarına girdi.
İlk defa bir restoranın çağdaş sanat koleksiyonu da kokteylleri ve yemekleri kadar konuşuldu.
Ferzan Özpetek, Belçim Bilgin ve BKM ekibinden Dilara Ömür ile ‘Cebimdeki Yabancı’yı konuşuyoruz.
Londra’da Soho House’daki üyelere özel film gösteriminden sonra yaptığımız soru-cevap bölümünde.
İzleyiciler arasında Türkiye’den tanıdık isimler de var, İngilizler ve İtalyanlar da...
İtalyanlarla arada İtalyanca da konuşuyor Ferzan Özpetek, sonra hepimizin anlaması için İngilizce ve Türkçeye dönüyor.
İzleyiciler arasındaki Hüseyin Çağlayan, Belçim Bilgin ve Ferzan Özpetek’e birer soru soruyor.
İki ülke, iki farklı kültür arasında gidip gelerek yaşamak üzerine...
Malum, artık uluslararası işler yapabilmek için, kendimizi dünyaya anlatmak için daha mobil yaşıyoruz, daha çok gidip geliyoruz özümüzden, ülkemizden hiç kopmadan, kökümüzü kültürümüzü daha da çok koruyarak...
Ferzan Özpetek, Türklerin İtalyanlardan daha çalışkan ve hızlı olduğunu anlatıyor.
Umut Özkanca’nın Dubai’deki Anadolu mutfağı restoranı Rüya, önce pop-up’ıyla Madrid’de, sonra D-Maris ile Türkiye’de, daha sonra da 1 Haziran’da Londra’da. İşte Dubai’deki Rüya’dan ilk izlenimim…
Zevkine, damak tadına çok güvendiğim tanıdıklarımdan dinledim önce Dubai’deki Rüya’yı, anlata anlata bitiremediler.
Yemeklerin iyi olması zaten kaçınılmazdı, arkasında Borsa gibi artık bir restorandan çok, bir enstitü haline gelmeyi başarmış bir bilgi ve birikim söz konusu olduğu için. Türkiye’de kolay değil, bir restoranın enstitü seviyesine erişmesi. Malum, her şeyi çok hızlı tüketiyoruz, özellikle İstanbul’da restoranları da uzun soluklu yaşatmak kolay olmuyor. Böyle bir ortamda bırakın restoranların enstitü haline gelmesini, ayakta kalması bile kolay değil. Sadece yemeğin çok iyi olması da yeterli değil, arkasında çok büyük emek olması gerekiyor.
Ortadoğu’nun en iyi restoranı
Umut Özkanca, Borsa Restaurant’larının kurucusu olan babası Rasim Özkanca’dan edindiği bilgi ve birikimi, kendi işletme ve aşçılık eğitimiyle harmanlıyor. Zuma’nın şefi Colin Clague’yi de transfer edip Anadolu mutfağını dünyaya tanıtmak için Conran Partners ile birlikte Rüya’yı tasarlıyor. İstanbul’da Masa ve
Korunması gereken değerli gece hayatı markalarından biri 29, şehrin simgeleşmiş mekânlarından.
Yıllar önce Marka Konferansı’nda Metin Fadıllıoğlu’nu ilgiyle izlemiştim, ‘29’ kitabını anlatmıştı, “En yakın arkadaşlarım bile ‘En güzel hayat sende, en güzel manzaranın önündesin, en güzel kızlar yanında, en güzel yemekler ve içkiler elinin altında’ deyip duruyorlar. Ben de bu işin gerçekten ne olduğunu anlatmak için bu kitabı yazmaya karar verdim” diye.
Ek iş olarak 33’te DJ’lik yapmaya başlamış, daha sonra İstanbul, Bodrum, Uludağ, Çeşme, Londra’da birçok mekâna imza atmış.
“Eskiden kendi mekânlarımda masada oturup yemek yemezdim, ‘Patrona torpil yapıyorlar, bizim yemekler hâlâ gelmedi’ denilmesin diye. Son yıllarda kendi mekânlarımda oturmaya başladım, hatta bazen ‘En iyi masayı bana ayırın’ bile diyorum artık” demişti o zaman.
Hatalarından da bahsetmişti Metin Fadıllıoğlu.
“Tam 32 yer yaptım, bir kısmında çuvalladım. Bizim işte çalışmayan yerin olunca hemen terk edeceksin, en fazla iki sezon deneyeceksin” demişti.
“Yeni şeyler keşfetmek için kurallara, doğru diye öğretilen şeylere ihanet etmemiz lazım. En çok da kendi uğraştığımız alanın dışına dikkatimizi çevirmemiz gelişmemizi sağlar”
Önceki gün Mark Zuckerberg’in Senato soruşturmasında
5 saatlik ifadesini soluksuz izledim, film izler gibi.
80 milyar dolarlık Facebook’un kurucusu alıştığımız rahat halinden çok farklıydı bu sefer.
Cevaplarda sık sık duraksadı, ne kadar rahatsız olduğunu açıkça belli etti.
Yine de bu haliyle bile, kriz yönetimi uzmanları tarafından başarılı bulundu.
Zuckerberg’e soru soran Senato üyelerinin bazıları internetten habersiz aile büyüklerinden farksızdı, belli ki konuyla uzaktan yakından ilgileri yoktu.
Bazıları ise “Dün gece hangi otelde kaldığını bizimle paylaşır mısın, geçen hafta kimlerle mesajlaştığını bizimle paylaşır mısın?” diyerek sıkıştırdı Zuckerberg’i.
Yıllar önce İstanbul Life dergisinin kapak çekimi için ilk kez Hekimbaşı Salih Efendi Yalısı’na gidişimi unutamam.
İki gün süren çekimlerde yalının ne kadar güzel korunduğuna da şahit olmuştuk, köklü bir ailenin dededen kalan yalıyı yaşatmak için nasıl emek ve mücadele verdiğine de...
Daha sonra yalıyı Binbir Gece dizisinden Ferzan Özpetek’in İstanbul Kırmızısı’na birçok film ve TV dizisinde de izleme şansımız oldu.
Yalıda harika konserler de yapılıyordu, bahçesinde düğünler, davetler de...
Boğaz’ın en güzel yalılarından biriydi.
El değiştirmemiş olması ve Hekimbaşı Salih Efendi ailesi tarafından özenle korunması da yalıyı yeterince özel ve ayrıcalıklı yapıyordu.
İşte o yüzden daha da çok üzüldüm, dehşet verici görüntüleri izlerken.
Nusret sadece dünya çapında ünlü olmadı. Hiçbir ünlüde böyle bir hayran kitlesi, heyecan fırtınası görmedim. Ne Tarkan gelse, ne Brad Pitt gelse kadın-erkek, çoluk çocuk böyle heyecanlanır; bir fotoğraf uğruna sıraya girip bekler.
Geçen gün tanınmış bir Türk işadamı gururla anlattı, “New York’ta, Miami’de kimlerin beni arayıp Nusret’te rezervasyon yaptırabilir misin dediğine inanamazsın!” İnanırım dedim, aynı şekilde ben de benzer istek telefonları, mesajları alıyorum. Daha geçen hafta dünyanın en büyük otel ve restoran zincirlerinden birinin sahibi “Miami’de çocuklarımı Nusret’e götüreceğim” dediğinde, hiç düşünmeden cevapladım, “Tabii yer bulursanız!”
Şaşırdı, “Ben mi yer bulamayacağım?” dedi. Malum, kendi mekanlarında deli gibi bekleme listeleri oluyor. Evet dedim gülerek. Nitekim tam da böyle oldu, çünkü Nusr-et Miami ve New York tıklım tıklım. Bütün bunların üzerine geçen hafta Dubai’de Nusret’le geleneksel kahvaltımızı yapıyoruz.
O eski arkadaşım, kendisiyle her zaman gurur duydum, şimdi de duyuyorum tabii. Bu kadar başarıya rağmen hiç şımarmadı.
Biliyorsunuz, Miami’den sonra New York’u da fethetti. “NY’ta steakhouse açmam bir Amerikalının Adana’da kebapçı açması gibi” diyor.
Her şey geçen hafta Hürriyet Cumartesi’nin “Türkiye’nin en iyi doğa otellerini seçiyoruz, jürimizde olur musunuz, hangi otelleri önerirsiniz?” demesiyle başladı.
O gün seçenekleri sıraladığımdan beri Kazdağları’na Manici Kasrı’na gitmek istiyorum.
Kazdağları olmazsa, en azından şehirde doğaya kavuşma hayalim var.
Sonunda hayalim gerçek oluyor, önce Polonezköy’de buluyorum kendimi, MisBahçem’de elma ağaçlarının arasında uzun bir yürüyüş, bahçede güneşin altında çay keyfi ve sonra dükkândan şekersiz reçel, elma sirkesi derken minik bir alışveriş...
Polonezköy’den dönüşte daha ruhum hazır değil, şehrin kalabalığına karışmaya.
Üçüncü köprüden geçip kendimi Kilyos’ta buluyorum.
Demirciköy’de Babylon’un büyük ümitlerle açılan ve ne yazık ki kısa sürede kapanmak durumunda kalan plajındayım.
Babylon’un hedefi burayı sadece yazlık bir plaj değil, organik tarımla ilgilenenden kışın şömine başında kitabını okumak isteyene, yazın müzik festivaline katılmak isteyenlere hitap edecek 12 ay yaşayan bir yer yaratmaktı.