Yazıyı okunur, sözlüğü anlaşılır kılmak. Emeği anlatmak, uzatmadan, sıkmadan tek tümcede. Alın terindeki tuzun tadını içtenliği, dostluğu gösterebilmek duyumsatmak tek kucaklaşmada. Yağmurlu günde anlatmak buğulu camın ardındaki sevgiyi. “Yazmak, kötü yola düşmek gibidir” demiş Moliere. Eski bir dost oynadığın futbolu yaz, yorumla dediğinde duraksamıştım. Bu sözü anımsadım. Bir başka sevdiğim geç keşfettiğim yazar Yiğit Okur da şöyle tanımlıyor yazmayı, “Yazmak; soyunmak kalabalıkta çıplak kalmak kendini ele vermektir” diyor. Düşündüm, doğruydu. Bu köşeyi sürekli kılabilmek için zorunlu olarak anılara başvurdum. Ve farkettim ki anlattıkça dökülüyor üstümdekiler ortaya yere. Yiğit Okur, sürdürüyor kendini anlatmayı. “Yaşadıklarımın üstünden o kadar zaman geçti ki yazdıklarımın ne kadarı gerçek ne kadarı düşsel bilemez oldum. Gerçeklerden düşler yaptım. Düşlerimi gerçek sanmaya başladım.” Derslerine tembel, edebiyatta şöyle böyle birisi için ben okumaya daha yakın yazıdan uzak durdum hep. Kendimin farkında olmalıydım. Haddimi bilmeliydim. Bir yazara bir keresinde sormuşlar, “Nasıl yazıyorsun?” Yanıt, “Okuyarak.” Okumayı da haddini bilerek yapmak en azından okuduğunu anlayabilmek için yararlı olur diye düşünenlerdenim. Frans Kafka’nın ‘dönüşüm’ isimli kitabını ilk okuduğumda resmen çuvalladım, ters geldim. Algı, yorum düzeyimin yetersizliği açığa çıktı. “Yalnızca, bizi ısıran ve bizi sokan kitapları okumalıyız. İçimizdeki donmuş denizi, kıran balta olmalı onlar.” Bu sözleri söyleyen de Frans Kafka. İşaret fişeği Kaşif Töre Ağanoğlu’nun Şaşkınbakkal’daki bekar evimizin sürekli üyesi olarak oda arkadaşlığını paylaştığımızda önümü aydınlattı. Kaşif Töre’de kitaplar, bende açlık vardı. 25 yaşlarındaydık. Kaşif Töre, o yaşlarda Nazım’ı, Kafka’yı anlatıyordu. Bense anlamaya çalışıyordum. “Okumak, geçmişin namuslu insanlarıyla sohbet etmektir.” Kim söylemiş diye sormayın, bilmiyorum. Ama güzel söylemiş. Fotoğraftaki uçan kaleci, Kaşif Töre Ağanoğlu. Trabzon Akçaabat Sebatspor kökenlidir. Trabzon Lisesi, iyi okumuş çocukları gönderdi İstanbul’a, iyi üniversitelere. Kaşif Töre hukuk okudu, avukat oldu. Geçenlerde telefonda ‘Gergandan’ı aldın mı? diyor. Beşinci uyarışıydı. Aldım!
Tavuk hırsızı
Hırsız, sesizce dikenli telleri aştı. Kümesin kapısındaki teli çözdü, kümese girdi. Yumurtaları cebine doldurdu. Civcivleri yan ceplerine koydu. Tavukları boynuna astı, elinde iki horozla sessizce kümesten çıktı. Tam başardığını düşünüyordu ki kümes sahibinin çağırdığı jandarmanın farları bir anda yandı. Ortalık gündüz gibi aydınlanmıştı, hırsız ortadaydı. Yapacak birşey yoktu. Horoz olan ellerini havaya kaldırdı. Jandarma, bu tepeden tırnağa tavuk adamı yakalamıştı. Karakola götürdüler. Suçunu itiraf etti çaresiz. İfade falan, ikinci gün mahkemeye çıkartıldı. Hakim sordu, “Sen hırsız mısın?” “Evet.” “Bir söyleyeceğin var mı?” Hırsız, “Avukat istiyorum” dedi. Hakim, hem kızdı, hem şaşırdı, “Ulan, kümeste yakalandın. Yumurtalar cebinde. Civcivler koynunda. Tavuklar sırtında. Horozlar elinde. Avukat gelip de ne söyleyecek?” diye sordu. Hırsız, “Ben de onu merak ediyorum. Bakalım ne diyecek?” yanıtını verdi.
Bir harika çocuk
Yeni doğmuş bir bebek. Yeni bir yaşam, yeni bir umut. Belki geleceğin başbakanı, belki bir bilim dehası. En yoksul ailelerin bile küçük çocuklarını bakım ve sevgiye boğmalarına şaşmamak gerek. James ve Harriet Mill 1806’da ilk çocukları doğduğunda onun sıradan bir çocuk olmadığından oldukça eminlerdi. John Stuart Mill, 3 yaşında Yunan ABC’sini ve çok sayıda Yunanca sözcük ile bu sözcüklerin İngilizce karşılıklarını öğrendi.
Küçük dahi: John Stuart Mill
8 yaşında günümüzdeki bir klasikler öğrencisinin üniversitenin birinci yılında okuyacağı sayıda Yunanca kitap okudu. O yıllarda bulunan bütün önemli İngilizce tarih kitaplarını saymazsak 16’sında ileri düzeyde matematik problemleriyle uğraştı ve akıcı bir biçimde Fransızca konuşmayı öğrendi. John Stuart Mill 19. yüzyılda İngiltere’nin en önemli ekonomi ve felsefe düşünürü oldu. Bir hümanistti ve kendini herşeyden çok işçi sınıfının koşullarını geliştirmeye adamıştı. (Kaynak Gelişim Oxford)
Ne demişler
- Bir yerde yaşam varsa, orada umutta vardır. (Cicorro)
- El freni çekik yaşama. (Jackson Brown)
- Dünya terzi dükkanı gibidir. Ölçüyü veren gider. (Vachellindsay)
- İnsan yaşamak için doğmuştur. Yaşamaya hazırlanmak için değil. (Borspasternak)
- İnsan muhtaç olduğu şeyi bulmak için dünyayı dolaşır. Ama eve döndüğünde bulur. (George Moore)
- Hayatı fazla ciddiye almayın nasılsa içinden sağ çıkamayacaksınız.