İnsan hafızasını ne zaman neyin tetikleyeceği ve bunun sonucunda hangi anılara gideceği hiç belli değil. Çoğu zaman bir kokudur bunu yapan; eminim sokağın ortasında çakılı kalıp birden bambaşka bir şehre, zamana gittiğiniz, hatta tamamıyla zamansızlığın içine düştüğünüz olmuştur. Bir baş dönmesi gibidir.
Bazen uzaktan gelen bir melodi sizi aniden olduğunuz mekandan alır, o müziği ilk duyduğunuz yere götürür. Bunlar astral seyahatler değildir de nedir; kimse hayatında bir anlığına bile olsa ruhunun bedeninden uzaklaşıp tek başına dolaştığını inkar edemez.
Bu hissi en iyi anlatan yazar olarak tabii Marcel Proust gösterilir. Swann’ın Bir Aşkı adlı kitabının başlarında anlatıcı madlen kekini çayına daldırdığı anda geçmişe gider ve böylelikle edebiyat tarihinin en önemli satırları başlar.
Öyle ki zamanında hiçbir yayınevi kitabı basmayı kabul etmemiş, Andre Gide Proust’u sıkıcı bir amatör olarak tanımlamış ve sonunda yazar kendi kitabını kendi parasıyla bastırmış olsa bile öyle bir damara basmıştır ki halk arasında hatıralara gitme haline madlen anları denir.
Çuvalın ardında ne var?
İşte ben de dün bu madlen anlarından birini tuhaf bir şekilde yaşadım.
Beni 1988 yılına, Erzurum’a götüren gazetede gördüğüm bir fotoğraftı. Ressam Hüsamettin Koçan İş Sanat Kibele Galerisi’ndeki sergisinin kapanışını Doğu Karadeniz’de, Bayburt’un 45 kilometre dışında bulunan Baksı Köyü’nden gelen 11 kadın misafiriyle beraber yapmış. Haberin içinde bu kadınlarla birlikte çektirdiği fotoğraf vardı. Hepsinin üzerinde ehram denilen, Doğu Anadolu’nun yerel bir kıyafeti.
Ehramı ilk kez Erzurum’da görmüştüm. Belediye otobüsüne binmiş, tek başıma şehirden 22 kilometre uzaktaki Ilıca köyüne gidiyordum. Otobüs yavaş yavaş dolmaya başladı. Binen kadınlara benden büyük olduklarını varsayarak yer vermek istiyordum. Öyle öğretilmişti. Ancak tam yanımda ayakta duran kadının önü, arkası, yanı neresiydi tam olarak ayırt edemiyordum. Zira ehram sadece vücudu değil olduğu gibi yüzü de kapatıyordu; dokumasından dolayı onlar dışarıyı görebiliyorlardı ama biz içeriyi göremiyorduk.
Kadını dürtmek istedim, yapamadım. Dürttüğüm ön tarafı mı arka tarafı mı nereden bileceğim. Zaten dil problemimiz de var, çoğu zaman ben onları anlamıyorum, onlar beni anlamıyor. Tabii bendeki bu yer verme hevesine de anlam vermek zor. Boşver, otur. Hem zaten belki de yaşlı falan değil. Belki de o zaman benden sadece bir iki yaş büyük; anlamaya imkan yok. Uzun uzun kadını inceledim, ufacık bir kıvrım görmeye nafile uğraştım, sonunda ayağa kalktım, oturun isterseniz dedim, ilerledim ki iniyorum zannetsin otursun. Oturdu, rahat ettim. Yüzünün hangi tarafta olduğunu anlamıştım.
Erzurum’dan New York’a
Yıllar geçti, sene 2008. New York’tayım. Başka bir Türk’ün evinde yemekteyim. Grupta İzmirli bir kadın var. Yirmi yıldır orada yaşıyormuş ve onca zamandır bir kez bile Türkiye’ye gitmemiş. Hemşehri olduğumuz için aynı düşüncedeyizdir diye hararetle memleketine tatile bile neden gitmediğini anlatmaya başladı. Çok değişti Türkiye dedi, çok. Eskiden böyle bir şey yoktu, böyle bir kapanmak yoktu. Mini etekle dolaşırdık biz. Dedim ne zaman, tam olarak yirmi yıl evvel mi? Evet dedi. İşte ehramı bir de o gece hatırlamıştım.
Marcel Proust biraz önce bahsettiğim kitabın bir parçası olduğu Kayıp Zamanların İzinde adlı yapıtı yazarken kendi kendine sormuş: “Bu bir roman mı olmalı, felsefi bir çalışma mı, ben bir romancı mıyım?” Hayat bir roman, hayat bir felsefi çalışma ve hepimiz kendi hikayemizi yazıyoruz.