Aslı Perker

Aslı Perker

asli.perker@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Hayatınızı 7 Günde Değiştirin başlığı benim de dikkatimi çekti. Tıpkı bugüne kadar 3 milyon insanın dikkatini çektiği gibi. Geçen gün gazetemizde yer alıyordu, günün kitabı başlığı altında. Bu satış rakamını son üç yılda sağlayarak İngiltere’nin en çok satan kitaplarından biri olmuş.
Diğer çok satanlar da zaten aslında gene muhtemelen kişisel gelişim kitaplarıdır.
Demek ben bu yaşıma kadar geleceğim, karınca hızıyla yol alacağım, çalışacağım çabalayacağım, sabredeceğim, fakat birden bir kitap okuyacağım ve hayatım yedi günde değişecek, öyle mi?
Demek Paul (kitabın yazarı) kendine has kişisel dönüşüm teknikleriyle ufak değişikliklerin büyük sonuçlar doğurabileceğini bana gösterecek.
Tıpkı diğer kişisel eğitim uzmanları ve yazarları gibi.
Biraz tembelce bir iş değil mi? Hayatın derinine inmeden öylece akışına bırakıp sonra bir adamın/kadının yazdığı kitapla değişimler yaşayıp hayatı öğrenme çabası işin kolayına kaçmak olmuyor mu?
Ya bizim deneyimlerimiz? Yaşadıklarımız? Acılarımız, sevinçlerimiz, hayal kırıklıklarımız, sevgilerimiz, terk edilmelerimiz; bütün bunlar içimizde birbiri üstüne eklenip bizde bir hayat görüşü oluşturmuyor mu?

Pacman gibi kitaplar
Yaşadıklarımızdan sonuç çıkartamayıp, hayatı kendi başımıza öğrenmekle uğraşamayacak kadar yorgun muyuz?
Birilerinin bize fikir empoze etmesi kendi fikrimizi oluşturmaktan daha kolay geliyor herhalde. Kiminle ne zaman nerede konuşacağımızı bir kitaptan öğreniyoruz mesela. Shakespeare’in yönetim ve liderlik sırlarını bir adam yazıyor, milyonlar okuyor. Peki milyonlar Shakespeare’in “Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi: Düşüncenin soğuk ışığı bulandırıyor/Yürekten gelenin doğal rengini” dizelerini okusa belki kendi başlarına bu sırlara vakıf olamayacaklar mı?
Kişisel gelişim kitapları pacman gibi. Şu önüne gelen yatay çubukları yiyen bilgisayar oyunu. Günbegün edebiyatı yiyor, bitiriyor. Çünkü edebiyat öyle bir şey ki bazen beş yüz sayfa bir kitap okursunuz içinden sadece bir cümle kalbinizde bir yere dokunur. Bazen o da olmaz. Ama o cümleler birer ikişer birikir ve sonunda bizi oluşturur. Kimin sabrı var, Herman Hesse kitapları okuyup da oradan kendine pay biçmeye?
Hesse’nin 1922 yılında yazdığı kitabı Siddhartha’da kitapla aynı adı taşıyan kahramanı şöyle demiştir: “Suya bir taş attığınızda o taş büyük bir hızla dibe çöker. Siddharta’nın bir emeli, hedefi olduğu zaman da işte böyle olur. Siddharta hiçbir şey yapmaz, bekler, düşünür, oruç tutar, ama sudan içeri girer, hiçbir şey yapmadan, hiçbir şeye dokunmadan; aşağı çekilir, kendisini düşüşe bırakır. Amacı onu kendine çeker, çünkü o bu amaca direnecek hiçbir şeyi ruhuna kabul etmez.”

Akla değil kalbe...
Söyleyin Allah aşkına, “Bütün benliğinle amaca kilitlen, düşüncelerini hep, ulaşacağın amaçla ilgili şeylere yönelt, iraden zayıfladığında, amacına ulaştığında elde edeceklerini düşün, karar verdikten sonra kararından dönme ki kendine güvenin sarsılmasın, çabalarımı sürdürür ve hatalarımdan ders alırsam mutlaka başarırım” sözlerinden çok daha etkili değil mi?
Üstüne üstlük kitabevlerinde raflara yığılan bu kitapları yazanlar bize ne yapacağımızı söylemeden önce o edebiyat eserlerini okudular, onlardan öğrendiler, kendi deneyimleriyle harmanlayıp hayat dersi çıkardılar ve dediler ki siz bütün bunlarla uğraşmayın, ben anlatırım.
Bebek bekliyorduk, daha yedi haftalıktı eşime dedim ki şiir okusam anlar mı, daha kulakları yok, sadece kalbi var. Eşim dedi ki, ama şiir zaten kalbe değil midir?
Gelişim kitaplarının aksine edebiyat akla değil kalbedir, ama zaten insanı insan yapan da o kalp değil midir?