Her insan kendi orijinalliğiyle gelir dünyaya. Lakin yaşamın dayatma kalıpları ödün vermeye zorlar özgünlüklerden. Kimileri her şeye inat farklılığını ortaya koyar, kimileriyse zaman içinde monotonlaşıp çok şey yitirir kimliğinden. Nitekim William Lake de ‘‘Bütün insanlar ‘orijinal’ olarak doğarlar. Ancak birçoğu ‘kopya’ olarak ölür’’ sözüyle felsefi bir gerçeklik kazandırmış bu yaşamsal duruma.
Öte yandan bu kopyaya dönüşme ve kişilikteki renkliliği kaybetme durumunun sadece yaşama mahsus olmadığını da unutmamak lazım. Hayatın insanları rutinleştiren, yaşamları kopyaya çeviren bu özelliğinin benzerine kurgularda da rastlamaktayız bolca. Klişeler üzerine kurulan hikâyeler, klişe karakterlerle yürütülmeye çalışılmakta. Yaşamla paralel geliştirilen ve insanları kopya olmaya daha çok iten bu mantığın örnekleriyle dolu ekranlar.
Buna karşılık arada fark yaratan öyküler üstünden ilerleyen yapımlar da çıkıyor tabii… Yanı sıra kimi karakterlerin de, farklı duruşlarıyla, kurgulara renk kattığını söyleyebiliriz. Tavırları ve konuşmalarıyla akışa renk katmanın ötesine geçip dizilerin monotonluğunu ve klişelerini kırmayı başaran böylesi karakterlere bu sezondan örnek verecek olursak… ‘
‘Deneyim dediğimiz şey, yitirdiğimiz masumiyetimizdir’ demiş Shakspeare… Gerçekten de insan yaşadıkça öyle çok olumsuzlukla karşılaşıyor ki, çocukluğun masumiyeti yavaş yavaş silinip gidiyor ruhundan. Kuşkusuz her şeye rağmen hırslara taviz vermeden, benliğindeki saf duyguları tamamen öldürmeden yaşayıp masumiyetini kısmen de olsa korumak mümkün bu hayatta. Lakin insanın, kendisi dışında gelişen olayları düşündüğümüzde saf kalmanın, masumiyeti korumanın hayli çaba gerektirdiği gerçeğini de kabul etmemiz şart.
Öte yandan saflığa ve haklılığa dayalı duyguların her şekilde yok edilmeye çalışıldığı insanlık gerçeğinde masumiyetin ne derece yeri olduğunu da düşünmek lazım. Zira yazar-siyasetçi La Rochefoucauld’un ‘Masumluk, suçlular kadar himaye görmekten ne kadar uzaktır’ sözüyle de vurguladığı gibi, gücü olanın zorbalığı karşısında masumların pek şansı olmadığı malum!
Nitekim kurguların masumiyet ve kötülük dengesinde de bu hakikat sıkça yüzünü göstermekte. Çoğunlukla finalde iyiler galip gelse de bölümler boyu masumiyetin temsilcisi olan karakterler, entrikada sınır tanımayan ve sahip oldukları güçle ortalığı kasıp kavuran kötülerin eziciliğiyle boğuşmakta. Esasen kurguların
‘İnsan sevincini büyüterek anlatmalı, üzüntüsünü kısaltarak’ demiş ünlü yazar-filozof Montaigne. Gel gör ki, kurgu dünyası bunun tam tersini yaptırmakta karakterlerine. Sevinçleri-mutluluk dolu anları alabildiğine kısa tutan kurgular, dramatik gelişmeleri-hüzünleri-çatışmacılığı uzun uzun işlemekte. İşin enteresan tarafı izleyici de, acılardan kazanç elde eden bu yaklaşıma rağbet göstererek prim vermekte.
Nitekim kurgularda dram dedin mi akan sular duruyor izleyici için. Komediye-absürt mizaha pek yüz vermeyen izleyici kesimi, her şekilde aile dramlarını yansıtan, sürekli ağlak halde dolaşan karakterleriyle gözyaşı döktüren işlere daha sıcak bakıyor. Hele bir de içerikteki mağduriyetin kimyası izleyicinin algısıyla tutarsa, ekrana çıkan işin başarısı kolayca garantileniyor. Ondan ötesi ağıtlar, haykırışlar ve ajitasyonla yol alan aşkları bozdur bozdur harca kolaycılığı ve bolluğu.
Kuşkusuz bu tür dramatik yapımlar arasında başarıyı hak edenler kadar ederinden fazlasını alan da mevcut. Lakin sonuçta izleyici takdiri biçiyor ömürleri. Anlayacağınız durum ne olursa olsun, neticede aile dramları ekran başındakilerin ve dolayısıyla kurgucuların favorisi.
Hal böyleyken
İç içe geçmiş, kökeninde soru işaretleri taşıyan konulardaki çelişkiyi belirtmek için sıkça kullanılan bir soru vardır… ‘Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan’! Nitekim dizi içeriklerinin hayatla daha fazla paralellik gösterdiği günümüzde, aynı mantığı kurgular için de devreye sokup ‘Kurgular mı hayattan ilham alıyor, hayat mı kurgulardan’ diye sorgulamak mümkün. Zira geçmişten günümüze kurguların hayattan esinlendiği bir gerçek. Öte yandan edebi eserlere kıyasla daha geniş kitlelere ulaşma ve etkileme gücüne sahip olan diziler-filmler açısından olaya bakıldığında hayatın da kurgulardan ilham aldığını söyleyebiliriz.
Anlayacağınız ‘tavuk-yumurta’ ikilemi, hayatla kurguları iç içe geçirerek algı yaratma mantığındaki dizilerde de mevcut. Yerli yapımlar üstünden baktığımızda, işlenen konuların hayallerden ziyade yaşamsal gerçekleri yansıttığını görüyoruz… Ki, bireyleri ve dolayısıyla hayatı şekillendiren bu durum özellikle içinde bulunduğumuz sezonda eskiye oranla daha yaygın. Gerçek psikiyatri vakalarından tarihi yorumlamalara, hayatı kurgularla denkleştiren dizilere rağbet çok. Yanı sıra aile içinde yaşanan ihanet ve şiddet sorunlarından gelişen tabloların
Günümüz insanının yaptığı en iyi şey,‘tüketmek’! Yitip giden değer yargıları, inançlar, ahlâk bir yana… Ömrünü anlamsız çekişmelerle, üstünlük kurma kaygılarıyla boş yere tükettiğini düşünmeyen insanlar her şeye hızlı bir tüketim mantığıyla yaklaşmakta. Kuşkusuz duygusal tatminsizlik doğuran, mevcutların özünü layıkıyla değerlendirmenin önünü kesen ve popüler kültürle körüklenen bu mantığın yaygınlaşmasında seçenek bolluğunun da büyük etkisi var. Nasıl ki, ekrandaki kurgular için yorum yaparken bu hakikati pek çok kez vurgulamıştık.
Şimdilerde dijital platform dizilerine yönelik değerlendirme ve beğeni olayında da aynı durum kendini gösteriyor. İzleyicinin gözdesi olan yapımlar hızla değişiyor. Netflix’te yer alan diziler üstünden konuya baktığımızda, ‘Lupin’in en gözde yapım olduğunu görüyoruz. Oysa kısa bir süre önce ‘‘The Queen’s Gambit’’ büyük bir ilgiyle izleniyordu. Hâlihazırda, algılarla davranma alışkanlığını benimseyenler nezdinde, ötelenmeye başlamış halde.
Muhakkak ki, yenilikler her daim ilgi çeker. Daha iyi olan diğerinin önüne geçer. Ancak yeni gelene kucak açarken eskileri de tümden unutmamak gerek. Hele de mesaj değeri olan içeriklere! Dolayısıyla biz de ‘‘Th
Hırsızlık… Gerek tüm dinler, gerekse yasalar tarafından yasaklanmış bir suç. Buna rağmen bolca karşılaşılan bir durum. Dolayısıyla toplumlar, başkalarının rızası olmadan onların mallarını alma eylemiyle tarih boyunca mücadele etmek durumunda. Kuşkusuz hırsızlığın da türü ve ölçüsü var. Kimisi bir ekmek çalıp hırsız damgası yiyor, kimisi de tabiri caizse deveyi havuduyla yuttuğu halde yakayı ele vermiyor. Öte yandan insanların zamanını, mutluluğunu, ümitlerini, emeğini çalmak da bir tür hırsızlık sayılabilir. Neyse…
Anlayacağınız büyüğünden küçüğüne çeşit çeşit hırsızlık eylemi mevcut bu yaşamda. Nasıl ki, vicdanlısından vicdansızına; güçlüsünden güçlüsüne farklı hırsız tiplerinin mevcutsa! Yanı sıra bir de hikâyelere-kurgulara konu olmuş ünlü hırsızların varlığını unutmamak lazım. Nitekim mizahi anlayışla hırsızlığını gerçekleştirip aklını en verimli biçimde kullanmayı bilen ve Fransız anarşist olarak anılan ‘Alexandre Jacob’ en ünlülerinden! Zira protesto eyleminden dolayı girdiği hapisten çıkınca hırsızlığa başlayıp kiliseleri ve lüks mekânları soyan bu şahıs, tanınmış yazar Maurice Leblanc’a ilham kaynağı olmuş. ‘Marius Jacob’ adıyla bilinen ve soyduğu yerlere komik
Aşkta ve dostlukta en önemli şey nedir? Bu soruya cevaben ‘menfaatler’ demek daha uygun olsa da, bencillik ve hırsların tavan yaptığı günümüz gerçeklerinde… Dürüst bir mantıkla yaklaşıldığında asıl cevap, ‘sadakat’ olmalı tüm beklentilerin ötesinde! Zira aşkın ve dostlukların temelini dinamitler sadakatsizlik.
Velhasıl gerek kişisel ilişkilerde, gerekse toplumsal değerler konusunda kalıcılığı ve ilerlemeyi sağlamak için sadakat çok önemli bir unsur. Öte yandan sadakatin birtakım mecburiyetlerle, zorlamalarla sağlanamayacağı gerçeğini de unutmamak lazım. Nasıl ki, ‘Sevdiğine bağlı kalmak için uğraşmak sadakatsizliğin ta kendisidir’ demiş, çapkınlıkta en az bulunan şeyin ‘aşk’ olduğunu da belirten Fransız yazar François de La Rochefaucauld!
Hal böyleyken, insanların sadakat anlayışı ne yönde diyerek, günümüz gerçeklerine baktığımızda… Ne aile içinde, ne sevgililik hallerinde, ne de toplumun herhangi bir oluşumunda beklentiye dayanmayan sadakatin, olması gerektiği gibi, ön planda tutulmadığını; kılıfına uydurulan sadakatsizliğin alttan alta yükselişe geçtiğini görüyoruz.
Nitekim duyguların sahteleştiği çıkarcı dünya anlayışıyla paralel ilerleyen kurgu dünyasına da aynı
İnsanın içindeki dinmeyen özlem, ‘çocukluk’… Çoğunluk için çocukluk yıllarında yaşananlar ileriki yıllarda bir başka güzel gelir. Küçüklüğün anıları yıllar geçse de silinmez hafızalardan. Lakin bir o kadar da değeri bilinmeden harcanıp giden bir süreçtir çocukluk! Dahası çocukluğun bittiği noktada yetişkinliğin tüm olumsuzlukları bir bir sırıtmaya başlar hayatımızda… Ve insan ister istemez sığınır çocukluğun dönüşü olmayan tatlı hatıralarına. Hani ‘Çocukluk evleri terk edilir mi? Asla! Artık var olmasalar, greyderlerle, buldozerlerle yıkılsalar bile içimizde var olmayı sürdürürler’ demiş ya Ferzan Özpetek… İşte ‘Çocukluk’ evresi tam da böyle bir duyguyla varlığını sürdürür yaşamda.
Öte yandan kurguların yarattığı dünyada başka yüzleriyle çıkar karşımıza çocukluk olgusu. Aileleri tarafından istenmeyen, kötü davranışlara maruz kalan, maddi-manevi şiddetin yarattığı travmayla psikolojik sorunlar yaşayan, itilip kakılan çocukların gerçeği tokat gibi iner yüzümüze. Her gün haberlerde gördüğümüz ama çoğu zaman akılımızdan çabucak sildiğimiz çocuk mağduriyetleri kurgular sayesinde tekrar tekrar işlenerek bizi her çocukluğun tozpembe yaşanmadığı gerçeğine yönlendirir. Keza içinde