‘Zaman su gibi akıp gidiyor derler. Halbuki zaman değil biz geçip gidiyoruz’ demiş ünlü sosyolog-düşünür Max Weber. Ne kadar doğru değil mi? Bizler zamanın içinde su gibi akıp giderken hayattaki pek çok şey de aynı hızla birer birer değişmekte.
Nasıl ki ekran dünyası da sürekli bir değişimin içinde yuvarlanıp gidiyor. Hikâyesi bittiği ya da reyting maratonuna nefesi yetmediği için ömrünü tamamlayan yapımlar ekrandan çekilirken onlardan boşalan yerleri doldurmak için hemen yenileri çıkıyor ortaya. Tıpkı hayat gibi! Nitekim şimdilerde yeni dizi hazırlıkları tam gaz sürmekte. İzleyiciyle buluşacak işler ufak ufak yüzlerini göstermekte.‘Kusursuz Kiracı’, ‘Senden Daha Güzel’, ‘Gizli Kalsın’, ‘Seversin’… Yaz için planlandığı haberleriyle medyada yer alan yapımlar. Yanı sıra yaratacakları çiftlerle de döneme damga vurmaya adaylar.
Muhakkak ki bu dizilere pek çok yeni eklenecek süreç içinde. Hal böyleyken halihazırda aralarından dikkatimizi çeken ‘Seversin’i ele alıp kısaca ön değerlendirmede bulunalım istedik biz de… Buyurunuz…
‘SEVERSİN’LE BİR YAZ DİZİSİNE BAKIŞ…
Yaz dizisi dendi mi akla gelen ilk şey aşkın mizahla buluşması oluyor öncelikle. Bu yaklaşımın yadırganacak bir
Sevimlilik ve kötülük… Birbirleriyle taban tabana zıt kavramlar.Gel gör ki, hayatın gerçeklerinde bu zıtlık sıkça birbiriyle harmanlanmış olarak çıkıyor karşımıza. Türlü kötülüklerin mimarı olanlar, erdemli ve sevimli kimliğiyle boy gösteriyorlar rahatlıkla. Üstelik hiç zorlanmadan kabul de görüyorlar sonuçta. Nitekim ‘Karakterler’ romanıyla ünlü yazar Bruyerede ‘Erdem kılığına girmemiş, ondan destek almamış kötülük var mı’ sözüyle saptamış bu gerçeği.
Hal böyleyken kurguların da en büyük desteği içeriklerindeki kötü karakterlerin başarılı performansı oluyor çoğunlukla. Buradaki en önemli başarı kriteriyse, karakterleri, onların zarar verici-kötücül eylemlerini önemsizleştirecek biçimde yapılandırmak! Kötülük kavramına takla attıran bu kurgusal yaklaşım özellikle son dönemlerde sıkça karşımıza çıkar oldu.
Nasıl ki, bu sezon da başarılı yapımların ivmesini artıranlar, izleyiciye çekici gelebilecek tavırlarla kötülüklerini sergileyip ‘Kötülüğün sevimli yüzleri’ tanımlamasını fazlasıyla hak eden karakterler. ‘Delidir ne yapsa yeridir’ misali kötülükleri meşrulaştırmadaki bu tabloyu en popüler karakterle örnekleyecek olursak… Bunlardan biri ‘Mahkûm’un Savaş-Barış tiplemesi…
Gelişmek… Yani iyiye giderek değişmek ve ilerlemek… Hayatın en önemli gerçeklerinden. Kim gelişimin gereksizliğini iddia edebilir ki zaten? Zira hem kişisel açıdan ilerlemek hem de globalleşen dünyanın gidişatında başkalarından geri kalmamak için klişeleri değiştirip yeni bir tempoyla gelişmek şart. Nitekim ‘Değişim olmadan gelişmek imkansızdır. Zihnini değiştirmeyenler hiçbir şeyi değiştiremezler’ sözüyle bu gerçeği çok net vurgulamış yazar Bernard Shaw.
Keza bu hakikat kurgu dünyası için de geçerli. Hacmi milyar dolarlara varan büyüklükle ifade edilen televizyon sektörünün en önemli unsurlarından olan Türk dizilerinin uluslararası boyut kazandığını düşünürsek… Gelişimin önemi daha netleşmekte. Rutin hikâyelerle, heyecan uyandırmayan karakterlerle yol almakta inat edenlerin, varlık gösterme yarışının çok sert olduğu bu sektörde, istedikleri noktaya gelemeyecekleri aşikâr. Dolayısıyla yaratıcılık barındıran değişimler kurguların başarısında anahtar konumunda diyebiliriz rahatlıkla.
Nasıl ki halihazırda dizi ihracatında ABD’nin ardından gelen ve bir anlamda ülkemizin kültürel gücü pozisyonunda olan dizi sektörümüzde böylesi gelişim rüzgârları esmekte. Hem izleyicinin hem de
‘Tekerrür eden şey aslında tarih değil, işlenen hatalardır’ demiş II. Abdülhamid. Kuşkusuz hatasız kimse yok bu hayatta. Dolayısıyla hata yapması kaçınılmaz olan insanların ortaya koydukları işlerde de hata olması gayet doğal. Lakin bu tarz hataların özen göstererek ve geçmişteki olumsuzluklardan ders çıkartarak önlenmesi de mümkün. Hani demişler ya… Hata yaptığında kabul etmek, ders almak ve tekrarlamamak önemli diye… İşte o hesap.
Nasıl ki, kurgularda sırıtan hatalar için de aynı durum söz konusu. Hayal ürünleri olsalar dahi gerçeklerle bağdaştırılabilecek mahiyetteki bu içerikleri yaratırken akışın ve olayların mantığına özen göstermek şart… Ki, bu hatalar sadece tat kaçırmakla kalmıyor yapımların da sonunu getiriyor. Bu olumsuzluğun en taze örneği de uyarlama performansından solayı orijinalinin de hakkını yeme pozisyonuna düşen ‘Son Nefesime Kadar’ dizisi. Hakkında erken final kararı verilen dizideki bu tat kaçıran hatalar nelerdi peki? Bakalım hemen.
SON NEFESİME KADAR’IN SONUNU GETİRENLER…
İddialı dizi olma hevesiyle yola çıkıp henüz yolun başındayken noktalanan yapım örneğinin bolluğu malumunuz. FOX ekranına büyük umutlarla çıkıp daha ilk bölümden yeterli ilgiyi
Sevginin gittikçe ötelendiği günümüz dünyasında her yaştan ve kesimden insanın türlü sorunlarla karşı karşıya olduğu; sevgiyi-aile bağlarını arka plana iten yozlaşmalarla mücadeleye giriştiği bir gerçek. Zira gelişen iletişim olanakları sayesinde etkileşimin daha güçlü olduğu ve insani değerlerin önemsizleştiği dünya düzeninde gerek yanlışları engellemek gerekse değerlerden ve doğrulardan ödün vermeden yaşayabilmek adına böylesi bir mücadele şart!
Hal böyleyken sayıları her geçen gün artan diziler de toplumsal sorunlara vurgu yapmak ve doğruları işaret ederek sevginin önceliğini vurgulayan içerikler geliştirmeye yöneliyor. Nasıl ki, senaryosu Filiz Alpgezmen ve Murat Can Tura tarafından kaleme alınan, yönetmen koltuğunda Sadullah Celen’in oturduğu ‘Adı Sevgi’ de bu misyonu benimseyenlerden.
Yunus Emre Yıldırımer ile Gizem Güneş’in başrollerini paylaştığı Koliba Film imzalı dizi, gerçek yaşamla paralel gelişen içeriğinde öğrencileri için her şeyi göze alıp onları yanlışlara sürükleyenlere karşı durma cesareti gösteren genç bir öğretmeni ön plana çıkartıyor. Eğitimden kopartılarak çocuk yaşta evliliğe sürüklenen kızlarımızın acı gerçeğini toplum bilincine yerleştirmek
Oğullarımız, kızlarımız… Yani evlatlarımız. Dar çerçevede ailelerin, geniş anlamda toplumların gelecekleri. Onlar üstüne söylenecek çok söz, yorumlanacak çok husus var kuşkusuz. Lakin bu noktada ilk öne çıkan konu, varlığımıza anlam katan çocuklarımızı nasıl yetiştirdiğimiz! Zira gerek ailelerin gerekse toplumların bekası ve dahi dünyanın selameti için oğulların, kızların sağlam ve düzgün karakterli olması çok önemli. Bozuk olanı düzeltmenin zorluğu muhakkak. Nitekim ‘Sağlam çocuklar yetiştirmek, arızalı insanları düzeltmekten kolaydır’ demiş kölelik karşıtı devlet adamı Frederick Douglass.
Hal böyleyken ailelerin ve çevresel faktörlerin yönlendiriciliği giriyor devreye. Çocuklarımızı yetiştirirken onlara gösterdiğimiz sevginin-toleransın-ilginin ölçüsü, öğretilerimizin niteliği-kalitesi ve baskıcı eleştiriden ziyade örnek olarak sevk ettiğimiz yolların doğruluğu ileride nasıl bir yetişkin çıkacağının ölçütü durumunda. Ne ekersek onu biçeriz nihayetinde. Hani ahlâkbilimci Joseph Joubert ‘Çocukların eleştirmenden ziyade doğu rol modellerine ihtiyacı vardır’ demiş ya… İşte o hesap.
Öte yandan oğullarımızı-kızlarımızı yetiştirirken onların kendi benliklerini yok etmemeye özen
‘Yiğidi öldür hakkını yeme’ demiş atalar… Dolayısıyla hangi konuda olursa olsun ortaya çıkan aksaklıkları vurgularken olumlu yönleri de göz ardı etmeyip belirtmek lazım… Ki, pek çok kez belirttiğim üzere, dizi eleştirisi yaparken aynı mantıkla hareket etmek prensibim olmuştur her daim. Özellikle reytinge yenilip erken finale giden işler konusunda eğriyle doğruyu hassasiyetle vurgulamak gerektiğini düşünürüm. Zira ekran yolculuğu kısa sürede sonlanan işlerin arasında kusurlarına rağmen bu zamansız gidişi gerçekten hak etmeyenler olduğu muhakkak. Dahası bunların gerçeklerinin ilerisi için belirleyici olması da mümkün. Nasıl ki, ‘Annemizi Saklarken’ de böylesi bir örnek maalesef.
Kuşkusuz dizinin hak etmediği halde finale sürüklenmesindeki en önemli gerçek, başlangıç performansı yani reyting kaygısından doğan ilk bölüm hatalarıydı! Nitekim ilk iki bölümde gelen düşük reytinglerin ardından ‘‘Annemizi Saklarken’e ne olduysa kendi başlangıç hatalarından oldu’’ vurgusunu yapıp bu konuyu detaylandırmış… Nihayetinde başlangıçtaki mantıksızlık ve abartılar sayesinde tehlikeli sularda gezildiğini belirtmiştim.
Çok geçmeden korkulan gerçekleşti. Kendi kendini çelmelediğini ilk etaptan
Çocukluğumuzdan başlayarak kişiliğimizi ve geleceğimizi şekillendiren iki önemli unsur var bu hayatta. Bunlardan biri bizi sıcaklığıyla, şefkatiyle sarıp sarmalamasını beklediğimiz ‘anne’… Diğeri de sevgisi ve korumacı desteğiyle bize dayanak olması gereken ‘baba’! Bir çocuğun-gencin yol haritasını belirleyen pek çok faktör bulunsa da anne ve baba yaşam yolculuğumuzun lokomotifi durumunda. Nasıl ki her çocuk bir dünya demekse, her anne-baba da bu dünyanın içini doldurup yörüngesinden şaşmadan dönmesini sağlayan güçler sonuçta.
Bundan dolayıdır ki, kurguların şekillenip içeriklerinin gelişmesinde de baş malzeme durumunda bu iki figür. Nitekim ‘baba’ temelli pek çok yapım gelmiş geçmiş ekranlardan. Kimi şiddet düşkünü kötücül örnekler… Kimi mizaha dayalı karakterler… Kimisi de mafyayla aileyi buluştururken babalığı merkeze oturtup yücelten türden tipler. Velhasıl ‘baba’ çeşnisi bol ekranların.
Birkaç örnek vermek gerekirse…Baba Evi, Üvey baba, Süper baba, Baba Ocağı, Baba Candır, Babam Çok Değişti, Babamın Günahları, Babam ve Ailesi, Bana Baba Dedi, Babam Sınıfta Kaldı, Babalar ve Evlatları, Babam İçin, Babam Sağ Olsun, Canım Babam, Babam Adam Olacak, Baba Oluyorum, Benden