DEĞERLİ okurlarım, kısa bir tatil yapıyorum. Bu dönemde yazı yazmayacaktım. Ama Bülent Tanla öyle bir açıklama yaptı ki bu kısa yazıyı yazmaya karar verdim. Tanla’nın internette okuduğum açıklamasına göre Yüksek Seçim Kurulu (YSK), seçmen sayısının 4 yılda 10 milyon artark 52 milyon kişiyi aştığını açıklamış! Bu seçmen nüfusunun dört yılda yüzde 23,4 artması demektir! Nüfusumuz yılda yüzde 1,7 civarında artarken seçmen sayısında böylesine bir artışın söz konusu olamayacağını bilmek için okul bitirmiş olmaya gerek yok!
Öyleyse ne olmuş olabilir? Ne olmuş olabileceğini anlamak için önce böyle bir artışın ne işe yarayacağını anlamak gerekir! İlk akla gelen bu, 52 milyon olduğu söylenen seçmen sayısının seçim barajını gerçekte yüzde 10’un üzerine çıkaracağıdır. Bir an için gerçek seçmen sayısının 44 milyona çıkmış olduğunu düşünelim. 52 milyonun yüzde 10’u olan 5,2 milyon, 44 milyonun yüzde 12,3’üdür! Değer bir deyişle yüzde 10 barajı geçmeğe çalışan bir partinin barajını yüzde 12,3’e çıkartırken, 1 milyona yakın da daha fazla oy almasını gerektirecektir!
Böyle bir fark MHP için yok olma anlamına gelebilir. Bu yok olma ise seçimden birinci çıkacak partiye Anayasayı tek başına
DEĞERLİ okurlarım, bu bir ay içinde ekonomi ile ilgili olarak yazdığım dördüncü yazı. Ne yazık ki seçim döneminin belden aşağı cereyan eden çamurlu mücadelesi ekonomiyi gölgeledi. Bir de “seçim ekonomisi” adı verilen etik dışı har vurup harman savurmalar sanki ekonomide bir rahatlama varmış havası da uyandırıyor. Milli gelir ve işsizlik takamları da tek başına değerlendirildiği zaman aynı görüntüyü veriyor. Doğal olarak ilgi de ekonomi dışı konulara kayıyor.
Halbuki dünyanın en önde gelen yayın organları “New York Times” ve “The Economist” türk ekonomisinin ciddi bir risk ile karşı karşıya olduğunu söylüyor. Ben de ortaya çıkan tehlikeye bir kere daha değinmek ihtiyacı duydum.
Türkiye’de dış ticaret açığının cari açıktan daima daha büyük olmasına alışkınızdır. Çünkü mal ithalatı, ihracatından daha fazladır ama turist dövizleri ve yurt dışından gelir transferleri (örneğin işçi dövizleri) bu açığı küçültür. Ancak bu yılın ilk üç ayında cari açık, mal açığından da daha büyük oldu. Bu durum sanırım çok uzun zamandır, en azından benim hatırladığım dönem içinde bir ilk! Merkez Bankası’nın cari açık rakamları şöyle:
DEĞERLİ okurlarım, geçtiğimiz pazar günü Cumhuriyet gazetesinde bir makale vardı: “Türk’ün Çağdaşlıkla Sınavı”.
Yazı Mehmet Aksoy’un Kars’ta hoyratça katledilen “İnsanlık Anıtı” adlı heykelini analiz ediyordu. Yazarı ise İzmirimizin değerli Mimarı Şükrü Kocagöz’dü. Bence bu yazı da aynen incelediği heykel gibi bir ‘Başyapıt’tı. Yazının bütününü mutlaka okumalısınız. Benim köşeme sığsa idi o yazıyı bir kere daha yayınlamak isterdim. Cumhuriyet’in 22 Mayıs Pazar sayısını bulamazsanız internette “ http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=245966 “ adresinden indirebilirsiniz.
* * *
Ben bir konunun böylesine güzel, böylesine incelikle analiz edildiğine az rastladım. Sırf biraz tadını verebilmek için bazı bölümlerini buraya alıyorum:
“Aksoy’un heykeli modern sanatın geldiği en ileri noktada ‘hem soyut’, ‘hem somut’ bir heykeldir. R. Venturi’nin ‘karmaşıklık ve çelişki teorisinin en güzel örneklerinden biridir. Karmaşık biridir. (Karmaşıklıkla karışığı karıştırmayalım) Sanat bilimle kardeştir. Einstein’in ‘zaman’ ‘görecelik’ teorisinden sonra sanatta zaman öne çıkmış, sanatçılar, sanat eserleri zamanı bölerek veya aynı zamanda değişik anları dondurarak eserler üretilmiştir.
GEÇEN yazımda Abdullah Öcalan’ın Devletin kendisi ile müzakere ettiğini açkladığı beyanı üzerinde durmuştum. Ve şunu vurgulamaya çalışmıştım: Bir devlete karşı yürütülen silahlı başkaldırıda, başkaldıran taraf yenilgiyi açıkça veya davranışları ile kabul edip, silahlarını bırakmadığı takdirde anlamlı bir müzakere ve barış yapılamaz. Silahların tehdidi altında böyle bir müzakerenin yapılıyor olması devletin yenilgisi olarak algılanr ki bu da ayaklanan tarafın çok ileri ve karşılanamaz tavizler istemesine neden olur.
Hiç bir demokratik hükümetin böylesine tavizleri vermesi olası değildir. Verdiği takdirde sonuç sadece bir sonraki seçimleri kaybetmek olmaz, belki de çok daha ileri hukuki ve fiili sonuçlara katlanmak zorunluğu ortaya çıkar.
Esasen Öcalan, bu müzakerelerin başladığının açıklanmasından çok önce devletten neler talep etmekte olduğunu açıklıkla anlatmıştı. Ben de 1 Eylük 2009 tarihli yazımda şöyle vurgulamıştım:
“Abdullah Öcalan açıkça parlamentosu (yasama organ ve yasalar), bayrağı, yargı organları, Askeri ve polisi ile farklı bir ulus olmak istediklerini söylüyor. Kuzey Irak’takine benzer bir federal yapıyı dahi kabul etmeyeceğini söylüyor. Açıkça müstakil
DEĞERLİ okurlarım, Abdullah Öcalan geçen hafta devleti temsilen bir heyetin İmralı’ya gelip kendisi ile müzakere ettiğini iddia etti. Öcalan’ın sözleri şöyle:
“Biz heyetle görüşmelere başlarken ölümler, tutuklanmalar olmayacak diye anlaşmıştık. Ölüm de olmayacaktı, operasyonlar, tutuklanmalar da olmayacaktı, taş da atılmayacaktı. Ancak bunlara uyulmadı. Hükümet bu kadar gözaltı, operasyonlar yapıyor. Hükümet bunun açıklamasını yapmak zorundadır.
15 Haziran son tarihtir. 15 Haziran’dan sonra ya anlamlı bir müzakere dönemi başlar ya da büyük bir savaş başlar, kıyamet kopar. Her ikisi de çok büyük olur. Müzakere olursa büyük ve anlamlı bir müzakere olur, savaş olursa da büyük bir savaş olur. Her ikisi de büyüktür, anlamlıdır ve kutsaldır.”
Ciddiye alınması gerekenler
Bunlar fevkalade ciddiye alınması gereken iddialar! Bu cümlelerden çıkardıklarımı sıralayayım:
DEĞERLİ okurlarım, salı günkü yazımda önemli uluslararası basın organlarında Türk ekonomisi ile ilgili olumsuz yazıların çıkmaya başladığını yazmış, Ünlü The Economist dergisinden alıntı yapmıştım. Aynı olumsuzluğun New York Times’da da ele alındığın şimdi vurgulayayım.
O yazımda aylık dış ticaret açığının 10 milyar dolara ulaştığını, son dört beş aydır ihracat döviz gelirlerinin ithalat döviz ihtiyacını karşılama oranının da kritik eşik olan yüzde 60’ın altında seyrettiğini söylemiştim.
Bu iki yayın organı kredi hacminin ve iç talebin hızla arttığını da vurguluyorlar.
Bu köşeden defalarca tekrarladığım gibi “sıcak para” hem dış ticaret açığını hem de iç talebi tetikleyen temel faktör. Daha da vahimi bu iki tehlikeden birini çözmek için uygulanacak standart, bilinen ekonomi politikaları diğerine kontr- endike! Yani birini düzelteyim diye uygulanan politikalar diğer problemi daha da kötüleştiriyor:
* * *
1. Harcamaları frenleyip, enflasyonu aşağı cekmek için faizleri yükselttiğinizde sıcak paraya davetiye çıkarmış oluyorsunuz.
2. Giren sıcak para Merkez bankasınca satın alınıp TL’ye döndüğü zaman emisyona neden oluyor. O da enflasyon baskısı yaratıyor!
DEĞERLİ okurlarım, dünya’nın en ünlü ekonomi dergilerinden biri olan “The Economist” Türkiye ile ilgili fevkalade ürkütücü bir yorum yaptı. Türkiye’nin ekonomisi iyi gidiyor gibi görünse de iki büyük tehlike ile karşıkarşıya olduğunu söyledi.
Tehlikelerden birincisinin dış ticaret açığı olduğunu söylüyor dergi. İkinci tehlikenin de aşırı bir biçimde ısınmakta olan ekonominin enflasyonist bir baskı altına girmesi.
Bu risklerin her ikisi de, gerçekleşmesi halinde, ekonomimizi yeni bir krize sürüklemiş olacaktır. Bu iki risk konusu esasen birbirleri ile bağlantılı hususlardır.
Mekanizma nasıl çalışıyor, basitçe inceleyelim. Dünyanın önde gelen gelişmiş ülkelerde son global krizin etkileri hala tamamen kaybolmadı. Bu nedenle uluslararası piyasaların baş belası olan sıcak para, bizim gibi küçük olsa da ekonomileri nisbeten istikrarlı gözüken ülkelere alışılmışın üzerinde miktarlarda girdi. Bu girişin bizim ekonomimiz için de riskler doğurduğu artık Başbakan tarafından dahi kabul edildi.
İşte bu sıcak para girdiği zaman, karlı gördüğü sahalara yönelmek için önce TL’ye dönüyor. Merkez Bankası da satın aldığı döviz tutarında TL’yi piyasaya vermek zorunda kalıyor. Bu TL’ler ise
DEĞERLİ okurlarım, konuyu gerek internetteki sitelerden gerekse basından okuyunca küplere binmiştim. Çünkü verilen şekliyle internete öyle bir düzen ve kontrol geliyordu ki 22 Ağustos’tan itibaren artık internet ölüyordu! Türkiye Çin, İran gibi çok ilkel bir yaklaşımla herkesin hangi siteye girebileceğini, hangilerinin ise yasak siteler olduğunu belirleyecek ve o siteleri engelleyecek idi.
Yasağın mesnedi Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurulu’nun (BTK) 22 Şubat 2011’de yayınladığı ve 22 Ağustos 2011’de yürürlüğe girecek olan, “Internetin Güvenli Kullanımına İlişkin Usul ve Esaslar” adlı kararı. Bu karar hakkında yayınlanan haberler olayı şöyle anlatıyordu: Internette 22 Ağustos tarihinden itibaren geçerli 4 filtre profili olacak. Bunlar “Çocuk”, “Aile”, “Yurtiçi” ve “Genel” internet profilleri. Ve her internet kullanıcısı bu filtrelerden birini seçmek zorunda. Devlet böylece interneti büyük bir sansüre tabi tutacak.
* * *
Söz konusu kararı okudum. Gerçek böyle değil! İnternet aboneleri arzu ettikleri taktirde kendi iradeleri ile Çocuk, Aile veya Türkiye profillerine uygun bir filtre talep edebilecekler. Bu filtreleri de İnternet Hizmeti Sağlayıcıları bedelsiz olarak