DEĞERLİ okurlarım, son haftalarda milli gelirimizin artış oranı üzerinde epey haber okuyoruz. “Türkiye, İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ülkeleri arasında gelir artışında birinci oldu!” türünden haberler bunlar! Şüphesiz bu haberler hepimizi sevindiriyor.
Sevindiriyor ama bunun da sadece bu yıl gerçekleştirilmiş bir şampiyonluk olduğunu düşünmemeliyiz. OECD Rakamlarına göre:
1997 yılında Türkiye yüzde 7,5 büyüme hızı ile ikinci. Bu gün başı büyük belada olan İrlanda yüzde 11,5 ile birinci. Meksika yüzde 7,2 ile üçüncü.
2000’de Türkiye yüzde 6,8 ile büyüyor. Türkiye’nin önünde yüzde 10,7 büyüme hızları ile müşterek birinci olan İrlanda ve Kore var.
2002’de Türkiye yüzde 5,9 büyüme hızı ile gene Kore ve İrlanda’nın arkasında üçüncü.
2003’de Türkiye yüzde 5,6 ile büyüyor ama Kore ve Irlanda’nın büyüme hızları düştüğü için birinciyiz!
2004 ve 2005 yıllarında yüzde 8,8 ve yüzde 8,7 ile gene birinciyiz.
DEĞERLİ okurlarım, bu gün size John Perkins’in “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları” adlı kitabının internette yayınlanan özetinden bölümler aktarıyorum.
“Ekonomi tetikçisi olarak bizlerin amacı küresel imparatorluk kurmaktır. Bizler, diğer ülkeleri sirketlerimizin, hükümetimizin, bankalarımızın, kısacası benim şirketokrasi diye adlandırdığım kurumsal yapının kölesi haline getirmek için uluslararası finans kuruluşlarını kullanan elit bir grubuz. Mafyanın yaptığı iyilikler gibi ekonomi tetikçileri de görünüşte bazı iyilikler yapar. Örneğin; elektrik santralleri, otoyollar, limanlar, havaalanları, teknoparklar gibi altyapı hizmetleri için finansman temin ederler...
Para hiç vakit geçirmeden şirketokrasi üyesi şirketlere (kreditörlere) döndüğü halde borçlu ülkenin anapara artı faizin tamamını ödemesini isteriz. Eğer ekonomi tetikçisi çok başarılı ise borç tutarı o kadar büyük olur ki birkaç yıl sonra borçlu ülke ödemeleri aksatır. Bu olduğunda biz de mafya gibi diyetini isteriz. Birleşmiş Milletler’de Amerika’nın isteği doğrultusunda oy verme, askeri üs kurma veya petrol gibi değerli kaynaklara el koyma şeklinde olabilir bu diyet. Buna rağmen borçlunun borcu devam eder. Böylece
DEĞERLİ okuyucularım, Milliyet’te gördüm. İngiltere’de bir resepsiyon. Kraliçe Elizabeth de orada. İngiliz milletvekillerinden biri Kraliçe’ye tanıştırılıyor. Milletvekili, eşinin Türk olduğunu söylüyor. Kraliçe, “Prens Philip ile birlikte resmi bir ziyarette bulunmuştuk!” diyor.
Görüşmenin geri kalan bölümünü haberden aynen aktarıyorum:
“Elizabeth vekil ve eşiyle tanıştıktan sonra Avrupa Birliği’nin durumundan diğer konuğuna dert yanarak ‘AB, 28 ülkeyle gereğinden fazla büyüyor’ dedi. Bu sırada davetlilerden birisi AB’de 27 ülke olduğunu belirterek ‘Ama yakın zamanda Türkiye’nin üye olmasını umut ediyoruz’ dediğinde Kraliçe’nin cevabı kısa ve sert oluyor ‘Aman, Türkiye’yi uzunca bir süre daha AB’de görmek istemiyoruz’.”
Peki halk ne diyor?
Kraliçe’nin refleksi bu!...
Peki kraliçenin tebası ve de diğer Avrupalılar’ın görüşü ne? Vision Critical adlı kuruluşun yaptığı kamu oyu yoklamasından çıkan resim de şöyle. Türkiye’nin AB’ye katılmasını isteyenlerin oranı: Fransa’da yüzde 20, Almanya’da yüzde 24, Belçika’da yüzde 32, Hollanda’da yüzde 33, İngiltere’de yüzde 43, İtalya’da yüzde 44, İspanya’da yüzde 49.
Avrupa’daki Türkiye karşıtı bu refleksi hiç sorgulamıyoruz.
DEĞERLİ okurlarım, ÖSYM Başkanı Ali Demir hala o makamda nasıl kalabilir ?
YGS’deki olay üzerinde yazılmadık kalmadı. Bir milyon 700 bin gencin geleceğiyle oynanabilmesine olanak verecek bir “şifre” nin varlığı artık inkar edilemez bir biçimde ortaya çıktı. Sınav cevaplarında bir “şifre” olduğunu günlerce inkardan sonra kendisi de kabul etti.
Ama basında çıkan haberlerden öğreniyoruz ki bu, Ali Demir’in ilk olayı değil. Ortaya konulan ilk olay Almanya’da yayınladığı bir makalede intihal olduğu iddiası. Haberlerden anlaşılıyor ki Ali Demir 1990 yılında İngiltere’de iken yayınladığı birkaç bülümlük bir yazı dizisi, ilk sayıda söylediği gibi bir başka bilim adamının makalesinden yararlanılarak hazırlanmış özgün bir çalışma değil, o makalenin bire bir tercümesi. Ne tekim sonradan Ali Demir bunu kabul ediyor ve özür de diliyor.
Ali Demir’in 2010 yılında, ÖSYM Başkanı olmadan önce YGS’dekine benzer bir olay yaratmış olduğu da Milliyet’te Abbas Güçlü’nün sütununda yazıldı. O yazıdan aynen alıyorum:
“Yıl 2010. Yani geçen yıl. Prof. Demir, ÖSYM Başkanı olmadan önce İTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü Müdürü olarak görev yapıyordu. İşte o dönemde üniversitede araştırma görevlisi
DEĞERLİ okurlarım, Türkiye’de böyle bir davranış biçimi gelişti. Hedef makamlar seçiliyor. Bu makamlar genellikle o noktadan yapılabilecek etki bakımından kilit konumunda oluyor. Orası adeta düşman işgalinden kurtarılacak bir kale gibi düşünülüyor. Ve orayı ele geçirmek için her yola başvuruluyor. Bir kere ele geçtikten sonra da her ne pahasına olursa olsun bırakılmıyor. O “işgal edilmiş kale” etik olduğuna bakılıp bakılmadan her türlü mücadele ile elde tutulmaya çalışılıyor. Orayı elde tutmak sanki kutsal bir amaçmış gibi telakki edildiği için yapılan mücadelenin etiğini “amaç” mübah kılıyor.
Geçmişte Odalar Birliği Başkanı olan bir politikacımız seçimi kaybetmesine rağmen kendini makamına kilitlemişti. O zaman Başbakan olan Süleyman Demirel’in kendisini polis zoru ile makamından çıkarttığını anımsıyorum.
Günlerdir, YGS’de soru cevaplarının çözümlenebilir bir sıra ile yazılmış olması eleştiriliyor. Böyle bir dizilimin kopyaya olanak sağladığı; daha da vahimi bu dizilimin yer aldığı sınav kağıtlarının kendilerine önceden dizilimin şifresi verilmiş olan öğrencilere isme yazılı soru kitapçıkları ile ulaştırılarak hile yapılabileceği yazılıyor, söyleniyor, haykırılıyor!
Değerli okurlarım. Milletvekili aday listeleri açıklandı. Ortalık, her seçimde olduğu gibi toz duman!
Bu toz duman içinde ekonomiyi de kimsenin gözü görmüyor. Herkeste, özellikle de iktidara yakın çevrelerde “ekonomi iyi gidiyor” kanaatı hakim. Gerçekten de ekonominin büyüme, enflasyon, işsizlik rakamlarına bakarsanız “ekonomi iyi gidiyor” kanaatına varırsınız. Ben 8 Şubat tarihli yazımı şöyle bir uyarı ile bitirmiştim:
“Bu olumlu gelişmelere karşın, dış ticaret açığının 2010 yılında 71.6 milyar dolara ulaşması, ithalat için gerekli olan dövizin yıl bazında sadece yüzde 61.4’ünün, Aralık ayında ise yüzde 57,8’inin ihracattan elde edilen dövizlerle karşılanabilmesi önemli ve düzeltilmesi gereken bir olumsuzluktur. Bu açığın sıcak parayla karşılanıyor olması da ayrı bir tehlikedir.”
Bu tehlike artarak devam etmekte. Türkiye’nin global krizin etkisi ile yaşadığı son kriz hariç, ondan önceki tüm krizlerin nedeni döviz darboğazlarıdır.
Sıcak para bolluğu
70’li yıllarda petrol fiyatlarının OPEC tarafından yükseltilmesi ABD’nin büyük (ortalama yılda 700 milyar dolar) dış açıklar vermesine neden oldu. Bu açıklar dünya ticaret hacminin çok üzerinde bir “sıcak para”
DEĞERLİ okurlarım, bu sene Yüksek Öğrenime Geçiş Sınavı’nda (YGS) uygulanan yöntem de sınav cevap formları ile soru kitapçıkları öğrenci isimi belirliyerek kişiye özel dağıtılmıştır. Yani Ali Nail Kubalı’nın sınava gireceği salona Ali Nail Kubalı’nın soru kitapçığı ile cevapların işaretleneceği form, üzerinde Ali Nail Kubalı yazılı olarak gönderilmiştir. Halbuki soru kitapçıkları üzerinde isim olmaksızın gelse ve her sınav salonunda karışık biçimde dağıtılsa. adaylar da kendi cevap formları üzerine kendisine isabet eden soru kitapçığının numarasını ya da harfini yazdıktan sonra soruları cevaplandırsa kimsenin özel olarak kayırılması mümkün olmaz.
İsme özel soru kitapçıkları ise hile ve kayırmaya olanak sağlar. İlk önce sınava girecek öğrencilerin tüm özlük bilgilerinin, özellikle de mezun oldukları okulların ve de nüfus kimlik numaralarının, merkezi bilgisayarda bulunduğunu hatırlayalım.
* * *
1) Diyelim ki Diyarbakır, Hakkari, Bitlis, Van’dan gelen öğrencilere zorluk çıkartmak istediniz. Sınavın her bölümünü o öğrencilerin soru kitapçıklarında en zor sorulardan başlayarak kolaya doğru sıralarsınız. Öğrenciler, peş peşe yapamadıkları sorular üzerinde zaman kaybedecek,
DEĞERLİ okurlarım, doğal olarak yapılan atamalara atlastan kılıflar bulunacaktır.
“Efendim onlar terfi ettiler!!”
“Atamaların uygulamalarla hiç bir ilişkisi yoktur.”
“Evlerinde ve bürolarında arama yapılan ilahiyatçılarla ilgili değildir!”
“Yeni açılan birçok mahkeme var, açık kadrolar var, bu atamalara ihtiyaç vardı!”
Bu tür atamalarda böyle açıklamalar her vakit yapılır. Normaldır. İşin gereğidir. Hiç kimsenin itibarının zedelenmesine müsade edilmeyecektir. Ama gerçek sebebin, bu açıklamalardan hiç birinin olmadığı da herkes tarafından bilinir.
Peki sorun nedir, savcılar bu davadan neden uzaklaştırılmışlardır?