Doğu medeniyetini derinleşerek öğrenmeye başladığımızda Batı kültürünü daha kolay tanımlandırabilir, akabinde de son birkaç yüzyılda olduğu gibi Batı sempatizanlığından, kompleksinden kurtulup kadim karakterimizi yeniden harekete geçirerek kimlik ve kişiliğimizi bulabiliriz.
Değerli dostlar, Doğu medeniyettir ve elbette her zaman güneş doğudan doğar. Batı, Doğu’nun tüm medeniyet geçmişi ve görkemi karşısında sadece bir kültürdür. Medeniyet milletlerarasıdır; kültür ise millidir. Basit pratikler olan adetlerin başlangıçtaki kaynağı dini ve sosyal ihtiyaçlar olmakla birlikte kaynakları doğrudan doğruya Doğu’yu işaret eder. Yarı yerleşik yaşam biçimiyle birlikte inandırıcılık özelliklerini geliştiren ve geliştirdikçe yatay coğrafi alandan yayılan adetlere gelenek adı verilir. Ve insanoğlunun avcılık-toplayıcılık döneminden yerleşik döneme geçerek adetlerini gelenekselleştirdikleri yer de dünyanın doğu yönüdür.
Büyük bir iftira
Mezopotamya, İran ve Anadolu platosu üzerindeki kadim yerleşkeler bu seyri doğruladığı gibi sayısız örnekle de açıklar. İnsanoğlu mülkiyet kavramını öznede “ben” ve akabinde “biz” olarak millileştirmeye başladığı andan itibaren kültür kavramı karşımıza çıkar.
Doğrudan doğruya yaşadığı coğrafyanın kültürel derinliği ile bağ kurarak özgürleşen, bilgeleşme yolunda yol alabilen ve bu yolculuk süresince de kendi kendisini eğitebilenlere merhaba. Bize göre kişi ne denli derinleşirse, yani yaşadığı coğrafyanın düne ait tüm kültürel miras örneklerini, portrelerini bütünsel anlamda anlamlandırdıktan sonra onlara “topyekûn bizim” diyebilirse, bu insana çağının eseri, eşdeyişle eğitimli insan denir.
Aksi halde düne ait bilgileri bugünlere taşırken tekrar etmekten öteye geçememiş, çağına göre yorumlayamamışlarsa, bu gibi kişiler düne ait ne biliyorlarsa onların esiridirler, dolayısıyla da zamanlarının eseri olamamışlardır. Adeta bir hamal gibi yüklendiği bilgileri yaşamına aktaramayarak ağır bir kuru bilginin esiri olan, böyle olduğu için de geçmişi sürekli referans alarak çağı ve anı kaçıran kişiler “mezun” olarak adlandırılmalıdır. Eğitimli ile mezun arasında çok büyük bir fark vardır. Azgelişmiş toplumların en büyük sorunu mezun vermeye dayalı eğitim sistemleridir ve ne yazık ki bunun da farkında olmamalarıdır.
Yaradan’ın lütfu
Pozitif bilgileri dikey derinlikte algılamalıyız ve kişiler kendi zamanlarının pozitif bilimleriyle, köken kavramının
Merhaba dostlar; bu defa “kutsal ırmağın kolu” anlamına gelen Anadolu’nun Kapadokya’sından... Kapadokya coğrafi özellikleri nedeniyle insanoğlunun bakışlarını üzerine çeken yerlerden biridir. M.S. 45’ten itibaren erken Hıristiyan grupları paganist Roma’nın zulmünden kaçarak saklanabilmek, yeraltı şehirleri kazarak hayatta kalabilmek ve inançlarını yaşayabilmek için bu bölgeyi tercih etmişlerdir.
Göreme’nin yakınında
Tarihi değeri yüksek dini, sivil, ticari ve askeri mimari örneklerinin görüldüğü Kapadokya; coğrafyayla tarihin yeryüzünde birbirini en iyi bir şekilde tamamladığı bölge olarak karşımıza çıkar. Tabiatla tarihin uyumu İstanbul’da görülür, coğrafyayla tarihin bütünleşmesi ise Kapadokya’da elbette.
Değerli dostlar bu kadim bölgeye bir kadim dost, tüm engellere rağmen, engelli çocuklarımız için bir başka türlü değer kattı. Little Prince Academy ismiyle bilinen ve KEYDER (Kapadokya Engelli Yetenekler Derneği) ismiyle de dernek statüsüne ulaştırılan projeye kendimizce en büyük katkımız bu özveri ve değer yüklü projenin tanıtılması olacaktır.
Projenin tüm aşamalarını planlayan, uygulayan ve bugünlerde hayata geçirmeyi başaran Hasan Kalcı’ya engelli dostlar başta olmak üzere
Merhaba dostlar; Roma İmparatorluğu batı kökenli olmakla birlikte M.Ö. 1. yüzyılda Anadolu’ya bakışlarını çevirdikten yalnızca 200 yıl sonra Anadolu’nun göz bebeği İstanbul’u Roma şehri yerine imparatorluğun başkenti yapmıştır. Osmanlı İmparatorluğu ise doğu kökenli olup İstanbul’un fethiyle merkezini Edirne’den İstanbul’a taşıyarak bir anlamda Roma’yı izlemiştir.
Doğunun ve batının en güçlü imparatorlukları Anadolu’yu yurt edinmekle kalmamış, aynı zamanda Anadolu’ya kültürlerini, geleneklerini, adetlerini taşımışlardır. Her iki imparatorluk da dini, sivil, askeri ve ticari mimari eserleriyle Anadolu’yu başta İstanbul olmak üzere donatmıştır. Keza İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet kendisini sıfatlandırırken “Ben hem kayzerim hem de sultanım. İki denizin, üç kıtanın hakimi artık benim” demiştir.
Fatih döneminde Osmanlı sınırları elbette iki deniz ve üç kıtayı kapsamıyordu (III. Murat döneminde bu gerçekleşecektir). Fatih, İstanbul’un fethiyle Doğu Roma İmparatorluğu’na son vermenin ötesinde Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı olduğunu adeta ilan etmiştir. Eş deyişle Osmanlı İmparatorluğu Fatih’le birlikte Roma’nın geçmişte sahip olduğu coğrafi sınırlarda hak iddia eder. Bu
Merhaba dostlar; bu defa sevgi, şefkat, tevazu ve cömertliğe dair Anadolu’nun bir sözüne kulak verelim. Duygu ve düşünceleri tanı ve tanımlamalarıyla bilmek ayrı bir şeydir, onların mahiyetlerini yaşayarak anlamak ise bambaşka bir şeydir. Varlıklarını bildiğimiz duyguları anlamlarıyla anlamlandırabilmek için o duyguları içerikleriyle yaşama geçirerek ancak biçimlendirebiliriz. Varlıkların mahiyetleri normal ve anormal koşullar zemininde anlaşılamaz ise pek bir anlam ifade edemedikleri gibi soluk, işlevsiz birer kuru kelimeden öteye geçemezler.
Bir şeyi -ki o şey ne olursa olsun, ister madde isterse manaya ait- duygu ve düşünce bazında önce onu var eden ortamda aramalıyız, akabinde aynı ortamda anlamlandırmalıyız, sonrasında ise içinde bulunduğumuz zaman diliminde yaşama geçirmeliyiz. Keza duyarsak unuturuz, görürsek hatırlarız, yalnızca yaşarsak biliriz. Yaşayarak bilme yolunda yol almaya çalışanlara merhabaların en derin söylendiği Anadolu’dan merhaba.
En büyük delil
Beşer olan insanoğlu kendi kendisine çoğunlukla yabancıdır. Kişi önce bilinciyle kendisini bilmeli, akabinde bildiğini içte ve dışarıda tecrübe ederek bulmalı, sonrasında ise yeniden büyük âlem olan kendine (içine)
Merhaba dostlar; Safranbolu ve kısmen Amasya haricinde geleneksel mimari üslubunu koruyabilmiş bir başka kadim yerleşkeye seyahat edememenin üzüntüsünü Anadolu’yu bilen her gezgin yaşamaktadır. Başta İstanbul, Kars, Mardin, Antakya, Edirne, Bursa, Konya, Kastamonu, Trabzon olmak üzere Anadolu’nun derin kültürel tarihinde önemli yeri olan birçok yerleşke mimari biçim ve içeriğini, eşdeyişle kimlik ve karakterini kaybetmiş durumdadır.
Anadolu’nun her bölgesinde kültürel miras örneklerinin belirli bir biçim ve içeriği vardır. Dini, sivil, ticari ve askeri mimari yapılar ait oldukları şehir merkezlerinin ana unsurlarıdır. Gerek Anadolu’nun yerel halkları gerekse Anadolu’yu yeni yurt edinen tüm milletler tarihi süreç içinde kendi kimliklerine ve inançsal dairelerine göre yapılar inşa etmişlerdir.
Doğaya saplanan hançer
Şehirler canlı organizmalar gibidir ve kendi dokusunda yaşayan insana karakterini empoze eder. Her insan, yaşadığı şehrin karakterine uygun yaşamalıdır; bu ise o şehrin tüm anıtsal kültürel miras örneklerini tarihsel-toplumsal açıdan bilmesi ve korumasıyla mümkündür. Şehre yerleşen herhangi yeni biri şayet o şehri tanıyamaz ise şehrin kısa bir süre sonra kentleşmesine sebep
Merhaba; Anadolu’nun meşrep olarak en serin, serin olduğu kadar en derin sufilerinden Nasrettin Hoca ile bu haftaya geçen haftayı taşıyalım. Yaradan’ın ahlakıyla ahlaklanmak olarak tanımlanan tasavvufun temsilcilerinden birisi olan Nasrettin Hoca, marifet ehli olan aşıkların yaşayışlarını örneklendirirken, aynı anlatılarında sözde derviş kılıklı kişileri de hicveder. Sufi odur ki söylemek istediklerini kendisini dinleyenlere öğüt olarak değil, yaşamdan örnekler sunarak ifade eder. Neticede “Kim öğüt verirse vermiş olduğu öğütler sadece kendi kusurlarıdır” edebinde olan bir sufi kendi nezdinde kendisini yükseltebilmek için kendi kendisine öğüt verir.
Bildiğini yaşayabilmek için ham olarak çıktığı yolda pişmeye meyilllidir ve akabinde yanmaya adaydır. Hayattan kopmadan elde edilebilecek her türlü değerle değerlenme derdinde olduğu için ilim ile alim, aşk ile aşıklık yolunda her şeyi bir şeye indirgeyerek şeylerin (eşyaların) ehline olabildiğince yaklaşabilmek için çaba sarf eder.
Bir eşek hikayesi
Bu yolda hayretler yaşar. Keza her hayret bir tecrübe ve her tecrübe de aşk ateşine atılmış birer odun parçası gibidir. Bu anlamda Nasrettin Hoca gibi aşk yolunun dervişleri günlük
Merhaba; bu defa Anadolu’nun mizahi yönü en güçlü dostlarından birisi olan Nasrettin Hoca portresinden. 1208’de günümüz Eskişehir ilinin Sivrihisar ilçesinde dünyaya geldi. Burada aldığı medrese eğitiminden sonra Konya’da eğitim hayatına devam eden Nasrettin Hoca akabinde Akşehir’e yerleşir ve burada uzun süre medrese hocalığı yapar. 1284 yılında ise Akşehir’de Yaradan’a kavuşur.
13. yüzyıl Anadolu’sunun kendi meşrebince en önemli sufilerinden birisidir. Keza Hz. Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, İbn-i Arabi, Şemsi Tebrizi ve Sadrettin Konevi ile çağdaş ve aynı coğrafyalarda yaşamış birisidir. Nasrettin Hoca döneminin toplumsal hayatını, başta dini konuları, ticari hayatı ve tüm inançsal ritüellerini mizahi bir uslupla aktarma yolunu tercih etmiştir. Kuran kaynaklı tasavvufi anlayışın en önemli temsilcilerinden birisi olan Hoca, kimi zaman sert eleştirilerde bulunarak bağnaz grubu hedef alır, kimi zaman ise dönemin sosyokültürel yapısını tanımamıza yönelik önemli bilgiler verir.
Eleştirileri hâlâ geçerli
Çağdaşı olan diğer sufiler gibi ilahi hikayeyi insanlara anlatma çabasında olan Hoca’nın tüm mesajları hayatın içinden seçilen olaylara serpiştirilmiştir. Tevazu,