Anadolu kültür dairesinden kaynaklanmakla birlikte günümüzde geçerliliğini koruyan veya anlam kaymasına uğramış deyimlerin köken bilgilerine ulaşmak önemli bir ilgi ve çalışma alanıdır. Kelime, deyim veya bir yer isminin anlamının kaynağına ulaşabilmek için sosyokültürel yapıya bakmakla birlikte kimi zaman da etimolojiden de yararlanmak durumundayız.
Başta bitkisel ve hayvansal motifler olmak üzere sayılar ve renkler Anadolu medeniyet dairesi içerisinde çok çeşitli anlamlara büründürülmüştür. Ancak anlamlı olanın anlamını onu var eden yapıda anlamlandırmak durumunda olduğumuzdan dolayı ele alınacak bir deyim veya kavramın ilkin kökeni ortaya konmalıdır; akabinde de tarihsel-toplumsal koşullarla nasıl bir anlam kaymasın uğrayarak işlevselliğini değiştirdiği takip edilmelidir. Bu bağlamda özellikle tarıma ve hayvancılığa dayalı Anadolu kültür dairesi içerisinde at oldukça önemli bir yere sahiptir.
Dullama işlemi
İslam dairesi içerisine girmeden önceki Türk dünyası boyları çoğunlukla mecburiyetten, kimi zaman da tercihen sürekli yer değiştirdiklerinden dolayı bir ulaşım aracı olan at, hayatın işlevsel olarak merkezinde bir konum ve öneme sahipti. Bir Türk için iki eş vardır; bir tanesi
Anadolu’nun cemadat (cansız), nebadat (bitki) ve hayvanat (hayvanlar) sembolleri içerisinde kaz ve at oldukça önemli ve ilgi çekici yere sahiptir. Güneşin Anadolu coğrafyasındaki ilk tanığı olan Doğu Anadolu’nun Kars bölgesinde kaz, tanrı Ülgen’e dair haber getiren kuş olarak kültürün izlerini taşır.
Toplumlar göçebe, yarı göçebe ve yerleşik olarak yapılandırılırlar. Çingene dostlar yaşam tercihlerini kimi tarihsel olaylar neticesinde göçebe olarak sürdürürken, kadim Türk milleti geçim ekonomilerini yaylak ve kışlak şeklinde düzenlemiştir. Türkler ulus kavramını oluşturma aşamasında başka milletlerle mücadale etmişler; akabinde ise kendi boyları arasında da birbirleriyle yurt mücadelesi vermişlerdir.
Şamanizm ve Türkler
Türklerin ikinci anavatanı olan Orta Asya’da Uygur, Göktürk, Karluklu, Kıpçak, Peçenek adlı Türk boylarının birbirleriyle mücadeleleri bilinmektedir. Hatta bu mücadele üçüncü anavatan Anadolu’da Osmanlı ile Karamanoğulları, Germiyanoğulları, Akkoyunlu ve Çobanoğulları başta olmak üzere devam edecektir.
Bunun temel nedeni çekirdek aile odaklı milliyetçiliktir. Türkler mitsel bağlamda ağacın kökünden olduklarını dile getirseler dahi bu aynı ağacın dallarını oluşturan
Anadolu’nun doğu kapısı olan Kars’tan merhaba. Anadolu’dan Kafkasya’ya açılan kapı olarak ticari ve askeri yolların önemli bir noktasında kurulan şehirde Urartu, Ermeni, Selçuklu ve Osmanlı izlerini mimari eserlerle takip edebiliyoruz. 10. yüzyılda
Ermeni kralı Gagik’in yaptırdığı On İki Havariler Kilisesi tüm görkemiyle ayaktadır. İlk Saltukoğulları tarafından yaptırılan, akabinde 1579’da III. Murat döneminde Lala Mustafa Paşa tarafından son şekli verilen Kars Kalesi, şehir hamamları, taş köprü ve Çar Nikola tarafından inşa ettirilen av köşkü ile şehir adeta açık hava müzesi görünümündedir. Şehir bin yıllık doku ve kimliğini başta Yeniçeri Vadisi’nde korumuştur. Bu dokuyu hissedebileceğimiz zaman elbette karlı kış günleridir.
Etkileyici simalar
Kars’ta Malakan, Terekeme (Karapapak), Azeri, Acem ve Kürt dostlar yaşamlarını huzur ve barış içinde, dans, müzik ve edebiyatla renklendirmişlerdir. Kars laik ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nin misyonunu görebileceğimiz bir şehir olmakla birlikte geçmişteki görkemli günlerine ulaşmak için çaba harcayan bir konumdadır.
Kentin portreleri oldukça etkileyici simalardan oluşur. Başta Hasan el Harakani, Gurciyev, Puşkin, Namık Kemal ve Kazım
Merhaba dostlar; sanat, kültür ve spor birlikteliğini eğitim sisteminin merkezine alabilen ve bunu gerçekleştirebilen uluslara teşekkür etmek gerekir. Sanat kültürün, kültür de sanatın hem varlık nedeni hem de birbirlerinin en ideal göstergeleri olmakla birlikte her iki kol üzerinde yol alan kişinin eşzamanlı olarak sporla da ilgili olması kişinin özgün kişiliğinin oluşması ve gelişimi için önem arz eder.
Sanatsal biçim ve içeriğin ana kaynağı kültürel derinlik olmakla birlikte sporla elde edilecek disiplinle kişiler fiziksel ve zihinsel gelişim ve dönüşümlerini eserlerine çok daha özgün yansıtabilirler. Sanat duygu yüksekliğini zihni özgürlüğüne, kültür akli derinliğini düne ait görgüsüne, spor ise kişiliğe dair tüm özgüveni disiplinine dayandırır.
Bireysel bir spor
İnsanoğlu her yaş grubuna uygun bir branşla ilgilenmeli veya ilgi duymalıdır. Fanatik izleyici kitleleri oluşturmaktan öteye geçemeyen spor kamuoyu, sporu sadece futboldan ibaret düşünmekte ve farklı spor dallarının başarıları futboldaki genel olarak başarısızlığın dahi gölgesinde tutulmaktadır. Kadınlar voleybol, erkekler basketbol ve özellikle eskrim alanındaki başarılar hak ettikleri düzeyde kamuoyunda yer
Hz. Mevlana “Düne ait olan söz(ler) dünle beraber geçti gitti; bugün yeni söz söylemek lazım” der. Dünle ilgili ne kadar söz, eylem, biçim, sözlü-yazılı ve mimari eser varsa tamamını her anlamda aşabildiğimiz ölçüde düne ait tüm olgular dünle beraber geçip gitmelidir, aksi halde “Bugüne ait yeni bir yaratım ortaya konamıyorsa” geçmişin görkemli günlerine öykünmekten öteye geçilemez.
Yaradan tarafından kısmen yaratıcılık vasıflarıyla donatılmış insanoğlu kendi zamanının bülbülü olmak durumundadır ki düne ait sözler geride kalabilsin. Şayet büyük ölçüde günümüzde olduğu gibi zamana, mekana ve makama göre yeni bir değer oluşturulamamış ise geçmişe öykünerek “papağan” gibi tekrar dahi edebilmek bir ölçüde önem arz eder.
Bir medeniyet feneri
Çağına göre dini, iktisadi, idari, ticari, mimari ve tüm kültürel alanlarda yeniliği yakalayamamış ve bunu yakalayamadığı için başkalarını taklit safhasından öteye geçemeyen toplumlar hem bakışlarını çevirdiği kültürlerin ya sempatizanı ya da bağnazı olurlar ya da kendi sosyo-kültür varlığını iyi tahlil edemediğinden dolayı dikey kültür içeriğini anlama yeterliliğinden yoksun olduğu için geçmişin kültürel mirasıyla bağ kuramayıp adeta “papağanı dahi
Bu hafta Anadolu’ya, Anadolu’nun en popüler portrelerinden biri olan St. Nicholas (Noel Baba) aracılığıyla merhaba! Anadolulu coğrafyacı Strabon tarafından “Işık Ülkesi” olarak adlandırılan Likya bölgesinin Patara şehrinde doğduğunu bildiğimiz Noel Baba, 6 Aralık 343’te yine aynı bölgenin Myra (Demre) şehrinde vefat etmiştir.
Nicholas oldukça varlıklı bir ailenin çocuğu olmakla birlikte gönlü de zengin biri olarak karşımıza çıkar. Kimsesizlere, özellikle de çocuklara karşı çok cömert olan Nicholas’ın; babası vefat ettikten sonra kendisine kalan yüklü mirası kısa zamanda ihtiyacı olanlara dağıttığını kaynaklar bildiriyor. Tüm mal varlığını tükettiği bir dönemde Hristiyan inancına dahil olur ve soluğu hacı olmak için Kudüs’te alır. Hac dönüşünde Myra’ya yerleşerek papaz olur ve kısa bir süre sonra da (323) İznik konsiline katılır. Hz. İsa’nın kimliği üzerine yapılan şiddetli tartışmalar sırasında konuşma fırsatı bulan Nicholas’ın baba-oğul-kutsal ruh üçlemesi için yorumu şöyledir: “Toprak, su ve ateş ayrı ayrıyken bir araya getirilirse tuğla olur. Tuğlayı bir daha toprak, su ve ateşe ayrıştıramazsın.” Baba, oğul ve kutsal ruh da üç özdekli bir yapıdır ve asla ayrıştırılamaz.
Nicholas’
Hz. Mevlana nezdinde vuslata merhaba. Başlangıçta çağının tüm ilimleriyle neyin ne olduğunu ve akabinde de neyin ne olmadığını bilmeye yönelik tüm çalışmalarının neticesini “aşk” ile taçlandıran Hz. Mevlana; gönülden gönüllere giden yolda sevgi, saygı, tevazu, hoşgörü, kusur örtme, cömertlik ve edep ile çağları zümrüdü anka gibi aşarak yol açan bir aşk yolcusudur.
Bilinmeyen her şey insanı korkutur; Hz. Mevlana yüce Yaradan’ın açık ve seçik olarak yarattığı her şeyi hem varlıkta derin bilgi vasıtasıyla bilmiş hem de onların mahiyetlerini aşk vasıtasıyla anlayabilmiştir. Bir şeyin mahiyetini bilmek ayrı şeydir, o şeyin mahiyetini anlayabilmek ise ayrı bir iştir. Salt gerçek olan Yaradan’ı O’nun gerçekliği mahiyetinde yaşayarak her yerde ve herkese aktarabilmiştir. Aşık, sufi şair Hz. Mevlana “Gerçek işimize gelmelidir, işimize gelen gerçek değil” der.
Yaradan’a akan çeşme
17 Aralık 1273’te saat 16.00 sularında Yaradan’ına kavuştu, kendilerinin ifadesiyle şeb-i aruz (“düğün gecem”) olarak dile getirilen günde fani bedeni de yurduna döndü (topraktan gelip toprağa gitti), ruhu da yurduna (hayy’dan gelip hu’ya) döndü. Hz. Mevlana Yaradan’a yol alırken şöyle der: “Ben bir çeşmeyim, sen
Merhaba dostlar; her yıl 7 ve 17 Aralık tarihleri aralığında Hz. Mevlana vuslat etkinlikleri Konya’da tertip ediliyor. 17 Aralık 1273’te Yaradan’a kavuşan Hz. Mevlana, Yaradan’ın tüm yarattıklarını önce “aşk” olarak bildi, akabinde adeta nişaneler ile nişanlanarak buldu, nihayetinde ise tüm bildiklerini, bulduklarını yaşayarak öğrendi. Çünkü “Duyarsan unutursun, görürsen hatırlarsın, yalnızca yaşarsan bilirsin” disiplini içerisinde yaşarken vuslata ermeyi gerçekleştirmiş bir âşıktır Hz. Mevlana.
Öğütlerin anlamı
Şefkat ve merhamet, tevazu, hoşgörü, kınayanın kınamasından kınanmamak, kalp kırmamak - kırılmamak, sevgi ve saygı başta olmak üzere Yaradan’ın ahlakıyla ahlaklana ahlaklana geçirmiş olduğu hayatının son anına “düğün gecem” diyebilecek özgürlüğe erişen Hz. Mevlana “Nişanlılık yani yaşarken yaratılmış olan her şey ve herkesle birlikte bir olmak bu kadar güzelse, bu can bedenden ayrıldıktan sonra Yaradan ile yeniden birlikte olmak çok daha güzel olacaktır” diye konuşur.
Bu anlam ve bağlamda Hz. Mevlana ölüm gününe “düğün gecem” der. Keza aşıklar için bu bir son değil, asıl yurda geri dönüştür, gurbetin bitmesidir. Zahiren ölüm, lakin gerçekte vuslat (kavuşma) üzerine Hz.