02.04.2023 - 07:00 | Son Güncellenme:
Çağla Canbaz - Deprem felaketini duyar duymaz herkes gibi ben de bölgeye gitmek, bir şeylerin ucundan tutmak istiyordum. Ama nasıl? Bir sanatçı böyle bir durumda ne yapabilirdi? Sanatın sırası mıydı? Evet, felaketin ilk ânında canları kurtarmak öncelikti. Sonra korunaklı bir çadır, sıcak bir çorba mühimdi. Ve en az bunlar kadar önemli bir diğer şeyin de sanat olduğunu bölgeye gittiğimde kendi gözlerimle gördüm. Yıkıntılar arasında kayıplar vermiş bu şehrin insanlarının umut etmeye ihtiyacı vardı. Bu umudu karşılayacak şey ise sanatın muazzam gücüydü.
Oyuncular Sendikası, Hatay’da
Depremin ardından ülkece üzüntü, çaresizlik, öfke duyguları arasında gidip geldiğimiz birkaç haftanın ardından Oyuncular Sendikası’nın çağrısına rastladım. Bölgede dayanışma için sanatsal atölyeler ve gösteriler düzenleyebilecek gönüllü eğitmenler arıyorlardı. Nihayetinde sanatın sırası gelmişti! Çocuklarla yazarlık atölyesi yapabilmek için hemen başvuruda bulundum ve çok hızlı bir dönüş aldım. Böylece bölgeye gidecek ilk ekibe dahil oldum. Ekipte, her biri kendi alanında uzman oyuncular, performans sanatçıları ve müzisyenler vardı. Nasıl bir program yapabileceğimizi konuşup planladıktan sonra psikososyal eğitim aldık. Birkaç gün sonra İstanbul ve Eskişehir ekibi olarak yola çıktık, Hatay-Samandağ’a gittik.
İBB’nin kurmuş olduğu çadır kentte bize ayrılan çadırlara gece geç saatlerde vardık. Ertesi sabah yakın çevredeki çadır kentlerde gösteri ve atölyeler düzenlemek için yola çıktık. İşte ilk o sabah geçtiğimiz yollarda yıkımın boyutunu gördüm ve dehşete düştüm. Antakya, savaştan geriye kalmış bir şehir gibiydi. Çoğu bina yıkılmış, yıkılmayanlar ağır hasarlı, bütün evler terk edilmişti... Neredeyse her caddede, her sokakta benzer manzara! Burası nasıl toparlanacak diyordum kendime. Burası nasıl yeniden ayağa kalkacak? Yaşam nasıl yeniden canlanacak? Buradaki insanlar nasıl hayata tutunacak? Çocuklar nasıl büyüyecek, gençler nasıl hayata atılacak? Zihnime hücum eden soruları sonrasında cevaplandırmak üzere rafa kaldırdım ve “Şu an, burada biz neler yapabiliriz?” sorusuna odaklandım. Öyle ya biz dayanışma için gelmiştik.
Çocukları organize etmek zorlayıcıydı
Oyuncular Sendikası ile gün içinde farklı çadır kentlere gittik. Çocuklarla ritim, yazarlık atölyeleri, yaratıcı drama çalışmaları gerçekleştirdik. Farklı atölyeleri eş zamanlı yaparak farklı yaş grubu çocuklara aynı anda ulaşabildik. Bazı çadır kentlerde Milli Eğitim’e bağlı eğitim devam ediyordu. Çocukların sınıfları, kreşleri, oyun alanları ve öğretmenleri vardı. Bu gibi alanlarda atölye yaparken mevcut imkânlardan yararlanabiliyorduk. Bazı çadır kentlerde ise bölgede yaşayan hatta depremden etkilenmiş öğretmenler, gönüllü olarak eğitim veriyorlardı. Gönüllü öğretmenler, atölyelerimiz için bize ellerinden gelen desteği sunuyorlardı… Ancak ne yazık ki bazı çadır kentlerde ya da şehre uzak köylerde eğitim tamamen durmuştu. Burada çocukları organize etmek zorlayıcıydı…
Çocuklardan bir kısmı, liseye geçiş sınavları için kaygılıydı, test kitaplarına ulaşmakta ya da çalışacak alan bulmakta zorlanıyorlardı. Farklı şehirlerde üniversite okuyan gençlerin bir bölümü ise online eğitim nedeniyle memleketlerine dönmüş, çadır kentlerde yaşamaya başlamıştı, şartlar el verdikçe derse katılıyorlardı… Evet, şartlar ne olursa olsun eğitime devam etmek mühimdi. Bunu söylemek kolay. Rutinlere devam etmek travmayla başa çıkmayı kolaylaştırıyordu. Bu da işin bilimsel kısmı… İyi ama liseye-üniversiteye geçiş sınavlarına girerken, KPSS’ye girerken ya da üniversite bitirme tezi verirken buradaki gençler diğer şehirlerle eşit şartlarda mı değerlendirilecekti? Sorular yine akın akın geliyordu… “Sonra dedim kendime, sonra… Şimdi buradayım, ne yapabilirim?”
“Depremden beri ilk defa güldüm”
Deprem bölgesinde yapacağımız atölyeleri konuşurken bölge halkının buna ne derece hazır olduğunu bilmiyorduk. Bu nedenle eğitimleri genel olarak çocuklar için planlamıştık ve o kısım çok verimli geçiyordu. Ancak hem Eskişehir hem İstanbul ekibi bir araya gelip konuştuğumuzda akşam saatlerimizi kadınlarla drama ve yazarlık atölyeleri yaparak verimli hâle getirebileceğimiz konusunda hemfikir olduk. Kadınlar, atölyelere mesafeli yaklaşsalar da katıldıktan kısa bir zaman sonra buzlar kırılıyordu. Birlikte geçirdiğimiz birkaç saatlik o atölyede güvenli bir alan yaratıyor, hikâyeler yazıyor, oyunlar kuruyorduk. Tüm gün gerek çocuk ya da yaşlı bakımıyla gerek çadır hijyenini sağlamakla uğraşan kadınların kafalarını biraz olsun başka bir noktaya çevirmeleri kendilerini iyi hissettirmişti. En çok duyduğumuz cümleler şöyleydi: “Depremden beri ilk defa güldüm, ilk defa başka bir şey konuştum.”
Atölyeleri öğrenen yetişkin erkeklerden de kendileri için atölye yapılması talepleri gelmişti. Aslında bölgede yaşayan hemen herkesin sanatla iyi olma hâline ihtiyacı vardı. Gıda, barınma, hijyen, eğitim ihtiyacı kadar konuşma, anlatma, bağ kurma ve umut etme ihtiyacı da elzemdi buranın insanı için. Ve sanat bunların hepsini karşılayabilme gücüne sahipti. Sanatla iyileşme hâli devam ettirilmeliydi.
“Siz de mi gideceksiniz?”
Bölgeye gönüllü olarak gelen ekipler, dönüşümlü olarak kalıyorlardı. Ve her ekip ayrıldığında bölge insanı için hüzünlü bir vedalaşma yaşanabiliyordu. Çünkü insanlar çok fazla kayıp yaşamıştı. Bir kişiyi daha kaybetmek istemiyorlardı… Bize en çok sorulan soru “Siz de mi gideceksiniz?” oluyordu. Siz de mi? Çünkü herkes gidiyordu… Birilerinin kalması gerekiyordu burada, tıpkı kendileri gibi. Tam da bu duygu durumundan dolayı orada sürdürülebilir projelerin olması önemliydi. Eğitimin, atölyelerin, etkinliklerin düzenli devam etmesi lazımdı. Kalıcı bir iyileşme hâli için kalıcı olmak gerekiyordu belki de… Oyuncular Sendikası, bölgedeki bu deneyimlerden yola çıkarak sürdürülebilir projeler üretmeye başladı. Ayrıca bölgeye gezici sanatçı ve eğitmenler göndermeye devam ediyor. Aslında sanatın her alanında gönüllüye ‘sürekli’ ihtiyaç var. Bu yazıyı okuyup ne yapabileceğini düşünüyorsan emin olabilirsin, orada sana çok ihtiyaç var.
Geri döneceğiz…
Bir haftalık gezici etkinlik ve atölyelerimizin ardından dönme vakti gelmişti. İtiraf edemesek de buraya alışmıştık ve dönmek hüzünlü hissettiriyordu… Otobüsümüzle yıkıntıların arasından geçerken bir duvar yazısı gördüm. “Geri döneceğiz” diyordu. Bu yazıyı daha önce sosyal medyada görmüştüm. Yöre insanının iç sesi olarak yorumlamıştım. Depremden sonra başka illere göçen ve geri dönmek isteyenlerin niyetiydi bu cümle... Ama şimdi anlıyorum ki bu cümle aynı zamanda dışarıdan gelen biz gönüllülerin de kalbinden geçen dilekti. Çoğumuz buraya geri dönmek istiyorduk. Biz başka şehrin insanları, buradaki yıkıma şahit olup burayı nasıl arkamızda bırakabilirdik ki? Biz bu ülkenin sanatçıları, buradaki acıları görüp nasıl sırtımızı dönebilirdik? Hepimizin ortak bir dileği vardı artık: Geri döneceğiz… Eski güzel günlere, bir arada olma hâline, sıcak yuvalı kentlere geri döneceğiz!