15.10.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:
SERAY ŞAHİNER
Nasıl yazıyorlar? Daha önemlisi, neden bunları yazıyorlar? Yazarlarla ilgili sorduğumuz soruların cevaplarını kitaplarında yer alan kısa özgeçmişlerinde aramak; çoğu zaman, yazdıklarının satır aralarında yazarın hayatını da okumak isteyen okuru tatmin etmiyor.
Daha çok psikolojik gerilim romanlarıyla tanınan Amerikalı polisiye yazarı Patricia Highsmith’in hayatını anlatan “Patricia Highsmith - Güzel Gölge”, bu anlamda kitaplarının yanı sıra yazarı da okumak isteyen okurun çok ilgisini çekeceğe benziyor.
Hayatla kitap arasında
Andrew Wilson’un kaleme aldığı bu biyografi, Patricia Higsmith’in iki kuşak öncesinden başlayarak ölüm gününe kadar geliyor. Bu uzun yolculuk esnasında yazarın günlüklerine giriyor, aşklarına tanık, dost sohbetlerine kulak misafiri oluyoruz. Andrew Wilson, Highsmith’in hayatında ilerlerken, yazarın kitaplarından da kesitler sunarak hayatıyla eserleri arasındaki paralelliklere, onu karanlık bölgeleri yazmaya sevkeden etkenlere dikkat çekiyor.
Wilson her ne kadar ‘bunalımlı çocukluk ve baskı ortamı, eşittir yazar’ klişesinden kaçınmaya çalışsa da, Highsmith’in hayatına baktığımızda bu iki etkenin onun yazmaya başlamasında da, seçtiği konularda da önemli bir role sahip olduğunu görüyoruz. Yalnız büyüyen çocuklar kendi dünyalarını kurma yolunda diğerlerine göre daha hızlı ilerliyor.
Highsmith’in evindeki mutsuzluğun karşısında kendine kurduğu iç dünya da o kadar pembe değilmiş, ama dış dünyadan gelen etkilerle bilinçaltındakileri birleştirme yetisine çocukluğundan itibaren sahipmiş: “Bu sıralarda (5 yaşındayken) sanrısal bir leke musallat olmuştu Highsmith’e, görüş alanının sol üst köşesinde belirerek o köşeden bu köşeye gidip gelen, nihayetinde bir fare şekline bürünen gri bir baloncuktu bu... Yaklaşık beş yaşından yedisine dek haftada dört beş kez belirmeye devam etti. Yedi yaşındayken Highsmith’e tekir bir kedi hediye edildi, bundan kısa bir süre sonra fare ortadan kayboldu.”
Anne karnında başlayan direnç
Okula başladığında sınıf arkadaşlarından farklıydı. Annesinin istediği çocuk, o değildi. Ailesiyle birlikte ordan oraya göçerken ‘ait olma’ duygusunun eksikliğini hep hissetti. Ama dirençli olduğunu daha anne karnındayken ispatlamıştı. Annesi hamileyken çocuktan kurtulmak için terebentin içmiş, fakat çocuğu öldürmeyi başaramamıştı.
Çocukluğundan itibaren biraz da şartlar nedeniyle yaşadığı bu izole olma duygusu, işine yaradı. Kendi dünyasına mecbur olmak, yazarken avantajdı. Highsmith hayatı boyunca yazmayı, karanlık yönlerini incelemenin bir yolu olarak kullandı.
Münzevi değildi, ama tek başına kalma lüksünü elden bırakmıyordu. 22 romanının beşinde baş karakter olan Bay Ripley, arkadaş sohbetlerinde de sıkça konuştuğu konulardan biriydi.
İlk romanı “Strangers on a Train / Trendeki Yabancılar” 1950’de yayımlandı, Alfred Hitchcock 1951’de bu romanı beyazperdeye aktardı. Ardından dört romanı daha sinemaya uyarlandı.
1921’de Teksas’ta doğan yazar, 1995’te hayata veda edene kadar birçok romana, öyküye imza attı. Ve hepsi de altında imzası olmasa bile kendisine ait olduğu anlaşılacak denli özgündü. Onun zekası ve yazma şevki kadar; ailesel travmaları, acı veren aşkları ve göçleri de, kendi karanlık yönlerimizi de görebileceğimiz eserler yazmasında etkendi.
Ölümünden sonra bir arkadaşının Highsmith için kurduğu cümle bunu açıkça ortaya seriyor: “Olup biten her şeyi düşündüğümde ölmenin Pat’ın hayatında yaşadığı en hafif travmalardan biri olduğunu söyleyebilirim.”