Sekiz yıl önce, 2016 başkanlık seçimleri öncesinde, fakir bir çiftçinin liseden sonra deniz piyadesi olarak Irak savaşına katılmış, muharip erlere verilen bursla Yale Üniversitesi’nde gidip avukat olmayı başarmış oğlu, Ohio siyaset sahnesine çıkıyor ve kendisine hedef olarak başkan aday adayı, New Yorklu iş adamı Donald Trump’ı seçiyordu. “Günümüzün Hitleri olan Trump…” diye konuşmaya başlıyor, onun ne aptallığını, ne fuhuş düşkünlüğünü, ne de tecavüz ettiği kadınları parayla susturduğunu bırakıyordu.
Bu gelecek vaat eden genç senatör adayı, ilk adıyla James Donald Bowman, ikinci adıyla James David Hamel ve bugünkü adıyla J.D. Vance’den başkası değildi. Yani Trump’ın başkan yardımcısı adayı olarak birlikte seçime girdiği J.D. Vance. Yani Paris’te Fransa Cumhurbaşkanı’nı, Münih Güvenlik Konferansı’nda, bütün Avrupa liderlerini, halklarına yanlış bilgiler verdikleri, dezenformasyon yaptıkları ve halkın ifade özgürlüğünü ihlal ettikleri için azarlayan… Evet “eleştiren, kınayan” değil, düpedüz paylayan, çıkışan ve uyaran J.D. Vance...
Avrupa ülkelerinde ifade özgürlüğü konusunu tartışabilirsiniz; bunun giderek zengin veya iyi örgütlenmiş grupların tekeline girdiğini savunabilirsiniz. Fakat yabancıların evlerini yakan kişileri seçimlerde aday gösteren partilerin de aralarında bulunduğu 13 ülkeden muhafazakâr, aşırı sağcı ve popülist partileri bir araya getiren, önceki hafta Madrid’de “Avrupa’yı Yeniden Büyük Yapmak” başlıklı konferansta Trump’a selam gönderen Avrupa için Vatanseverler grubunun bazı üyelerinin mahkeme kararıyla cezalandırılmalarına karşı çıkamazsınız. Hemen hemen sınırsız ifade özgürlüğü bulunan Avrupa’da, mahkemelerin birkaç kararını tüm kıtada halkın ifade özgürlüğünün ihlali saymak, muhtemelen Trump’a selam gönderen Avrupalı yeni faşist ve popülist aşırı sağcılara mukabil selam göndermektir.
J.D. Vance ve bir zamanlar “Amerika’nın Hitleri” diye nitelediği Trump, özgürlükler konusunda, Almanya’daki neo faşistlerin haklarını savunacak kadar hassaslarsa, Uluslararası Ceza Mahkemesi kararıyla resmen “aranan sanık” ilan edilmiş olan Netanyahu’nun İsrail’deki ifade özgürlüğü ihlallerine bakmalılar. Hamas’ın 7 Ekim saldırısını ve Gazze’deki soykırımı savaşını bahane ederek, İsrail’de aşırı dinci veya liberal, sağcı veya solcu kendisini desteklemeyen bütün gazete, dergi ve televizyon kanallarına karşı saldırıya geçmiş bulunan Netanyahu, en az üç yıldır hem İsrail’deki basın meslek kuruluşları hem de uluslararası sivil toplum örgütleri tarafından ağır şekilde kınanıyor. Netanyahu hükümetinin Haaretz gazetesine yönelik ekonomik boykotu İsrailli gazetecileri otosansürle sindirme amacını taşıyor.
İsrail Kanal 13 yönetimi, deneyimli araştırmacı gazeteci Raviv Drucker’ın sunduğu en popüler ve yüksek reytingli haber ve siyaset programını bu baskıların sonucu yayından kaldırdı. Uluslararası Gazetecileri Koruma Komitesi, İsrail’de gazetecilere yönelik şiddetin görülmemiş bir düzeye ulaştığı ve gazetecilerin “suçlu oldukları için değil, gazetecilik yaptıkları için” hedef alındıklarını bildirdi.
Filistinli gazeteci Muhammed Salih El Şerif, İsrail ordusunun Batı Şeria’da düzenlediği bir baskını takip ederken öldürülen Filistin asıllı Amerikalı gazeteci Şirin Ebu Akleh’den sonra İsrail tarafından öldürülen ikinci gazeteci oldu. El Cezire televizyonunun İsrail’deki bütün bürolarının kapatılması gerçekte İsrail’deki tüm gazeteciler için bir uyarıydı.
İsrail’deki sansür, otosansür ve gazeteci cinayetlerini görmeyen J.D. Vance ve Amerikalı siyasetçiler, Avrupalılara özgürlükleri koruma konusunda ders verecek son kişilerdir. Hele kendisini eleştiren TV kanallarının muhabirlerini Beyaz Saray’a sokmayan, Meksika Körfezi’nin adının Amerika Körfezi diye değiştirilmesiyle alay eden yazıları sebebiyle altı derginin Beyaz Saray aboneliğini iptal ettiren Trump, hangi özgürlükten söz ediyor, anlamak mümkün değil.