26.02.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
Görkem Evci
Hümanist, milliyetçi, dindar, “komünistlerin hamisi”, antikomünist, “Mevlanacı”, aydınlanmacı... Eski Milli Eğitim bakanlarından, Köy Enstitüleri’nin mimarlarından Hasan Âli Yücel’le ilişkilendirilen bazı sıfatlar bunlar. Peki gerçekte Yücel nasıl biriydi, birbiriyle çatışan bu sıfatları nasıl taşıyordu? Bu soruların cevaplarını kapsamlı bir Hasan Âli Yücel biyografisi hazırlayan yazar, çevirmen ve editör Tanıl Bora ile birlikte aradık.
Hasan Âli Yücel’in kişiliği ile kamusal figür oluşu arasındaki gerilimden bahsediyorsunuz. Bu gerilimin temel öğesi nedir?
Yücel’in yaşadığı kişisel bir gerilimden ziyade, onu incelerken saptayabildiğimiz bir gerilimden söz ediyoruz. Kamusal ve siyasal işleviyle baktığımız zaman, üzerine yapışmış olumlu ve olumsuz kimlik damgaları var. Bir tarafta “Türk hümanizminin ve Aydınlanmacılığının öncülerinden”, diğer tarafta “komünizme zemin hazırlamış Batıcı yabancılaşmış aydın.” Tek-parti rejiminin bir siyasetçisi olarak, Kemalist kimliğiyle üstlendiği bir rol var. Kamusal figür olarak, öyle. Ama sadece bu tariflerle onun kişiliğini, kişisel hikâyesini anlayamayız. Farklı ilgilerin, farklı uğraşlarının mercekleriyle baktığımızda, onun farklı cephelerini görürüz. Tersi de de doğru: Yücel’i mercek olarak kullanıp Kemalizme, milliyetçiliğe, dine-laikliğe, kültür siyaseti tarihimize bakınca da, birçok farklı açı keşfedebiliriz.
Dindar bir ailede yetişen, Mevlevilikle yakın bağı olan biri Yücel. Aydınlanma, laiklik ve evrensele ulaşma konusundaki görüşlerine nasıl erişiyor? Dönemin milliyetçilik anlayışının batıyla kurduğu ilişkiden mi kaynaklanıyor bu yoksa neredeyse tesadüfen felsefe eğitimi almasından mı?
Hasan Âli, dönemin milliyetçilikle modernleşmeyi örtüştüren anlayışının, evrensel uygarlığı içselleştirmeyi milli kimliğe erişmenin kaçınılmaz yolu olarak gören anlayışının tereddütsüz bir bağlısı. Çok sevip saydığı Ziya Gökalp’ten farklı olarak, kültür ile uygarlık arasında bir “iş bölümü” aramıyor, ikisinin tamamen uyumlu bir milli-evrensel sentezinde hamur olabileceğini düşünüyor. İyimser bir modernizm, diyebiliriz.
Bahsettiğiniz felsefe ilgisinin, bu düşüncesinin içeriğinden ziyade onu temellendirme performansına katkısı olmuş bence. Bu vesileyle şuna da değineyim, Yücel’in bir “eleştirel realist” olarak felsefî emeğini değerlendiren bir inceleme yayımlandı yakınlarda, Ömer Faik Anlı’nın. Onu bir felsefeci olarak da ciddiye almak gerektiğini vurgulayan bir çalışma.
‘Mevlanacı’ diyor
Mevlevihanede vakit geçiren, bazı yönleriyle dindar sayılabilecek biri Yücel. Buna karşın tekkelerin kapatılması dahil olmak üzere laiklikle ilgili bir sorunu yok. Nasıl bir din anlayışı ve yaşayışı var Yücel’in?
Bazı yönleriyle ekine gerek yok, Yücel şüphesiz dindar birisi. Laikliği, dinin kendi haysiyetini kazanmasının imkanı olarak görüyor. “Has” dinin zaten laikliği gerektirdiğini çünkü metafizikle, fizik-ötesiyle alakalı bir hakikate ilişkin olduğuna, maddi dünya işleriyle karıştırılmasının bu hakikati bozacağına inanıyor. Mevlevimeşrep olması, onun din anlayışında belirleyici bir etken. O, kendisini “Mevlanacı” diye tanımlıyor. Ahmed Güner Sayar, onun Mevlevilik muhabbetini enine boyuna ele alan bir kitap yazmıştı, çok yararlandığım bir kitap.
Yücel’in milliyetçi bir yanı da var. Neleri dahil eden, neleri dışarıda bırakan milliyetçilik bu?
Milliyetçilik yanı gayet kuvvetli bir yan! Bu, şu bakımdan önemli. Yücel, “hümanizmin” mümessili olarak bilindi, “aşırı” bir milliyetçiliğe uzak sayıldı. Tam öyle değil. Her şeyden önce, dönemin bütün insaniyeti Türklükten türeten “Tarih Tezi”ni benimsiyor; bunu mecburen veya şeklen benimsemekle kalmadığını, ta 50’li yıllarda yazdıklarından anlıyoruz. Yer yer, açıkça etno-merkezci bir dile meylettiğini görebiliyoruz; mesela kitapta ele aldığım Kıbrıs’la ilgili küçük kitabında. Bu nokta, Türkiye’de “hümanist” denen milliyetçilik anlayışının veya “Türk hümanizması” denen eğilimin, etno-merkezci milliyetçilik anlayışından kopuk falan olmadığını görmek bakımından bir örnek teşkil ediyor.
Yücel’in antikomünist söylemleri olduğundan bahsediyorsunuz ancak Köy Enstitüleri bağlamında en bilinen suçlama “komünizm”dir. Nasıl değerlendiriyorsunuz bunu?
Yücel’i komünistlikle suçlayan pek yok da, onu komünistleri himaye etmekle, onlar tarafından kandırılmakla suçluyorlar. Bu, anti-komünist zihniyetin karakteristik bir özelliğidir. Aydınlanmacılığı, hümanizmi, hatta genel olarak her nevi “yabancı fikirleri”, iki adım sonra komünizme çıkacak tehdit unsurları olarak görür. Yücel’in “hümanizmacılığının”, soyut insaniyet fikri altında milliliği erozyona uğratacağını, evrensellik muhabbeti üzerinden beynelmilelciliğe zemin hazırlayacağını söylüyorlardı. Onların bakış açısından, genel olarak modernliğin “aşırısı” da, maneviyatı önemsizleştiriyor, böylece dolaylı olarak komünizmi zemin hazırlıyordu.
‘Yeniden düşünüyor’
Yücel’in din, milliyetçilik, laiklik, ilericilik, hümanizm gibi çok farklı noktalara temas eden fikir serüvenini farklı dönemlerdeki samimi değişimler olarak mı, konjonktürel tavırlar olarak mı, yoksa dönemin entelektüellerinde görülebilecek bir dengeyle tüm bunların meczedilmesi olarak mı değerlendiriyorsunuz?
Hepsinin de gerçeklik payı var. Hem “samimiyetle” değişiyor, yani düşünceleri üzerine yeniden düşünüyor veya onları tevil etmeye çalışıyor. Hem de tabii dönemin şartlarına uyarlamaya çalışıyor. İkisi birbirinden büsbütün kopuk değil. Bana “samimiyet” bakımından en önemli gelen ölçü, Yücel’in iştahı, merakı, enerjisi. Onda samimi olduğu kesin!
‘Köy Enstitüleri projesine inandı’
Yücel bugün en fazla Köy Enstitüleri’nin mimarlarından biri olarak çıkıyor karşımıza. Bu noktadaki rolü tam olarak nedir ve onun enstitülere bakışı, beklentisi nedir?
Enstitüler fikrinin müellifi Yücel değil, malûm, ondan önce geliştirilmiş bir proje. Başka öncüllerinin de hakkını vermek kaydıyla, bu projeyi kemale erdiren kişi, yine malûm, İsmail Hakkı Tonguç’tur. Yücel bu projeye inanmış, onu hem rejime sadık hem de mahir ve “uyanık vatandaş” yetiştirme yöntemi olarak benimsemiş. Ayrıca, geç Osmanlı döneminden beri aydınlar arasında temel bir “dava” olan, köylü nüfusu olabildiğince çabuk ve kitlesel bir şekilde eğitime tabi tutmanın pratik ve etkili bir yolu olarak sahiplenmiş. Bir bakıma, bu projenin “sahibi” olan Tonguç ve kadrosu ile, İnönü ve hükümet arasında aracılık işlevini de üstlenmiş Yücel. Zira hükümetin, özellikle statükocu kanadının, “köylü çocukları diklenip başımıza çıkacak” gibi bir endişesi de var Enstitüler’e bakarken. Yücel yeri geldiğinde iki tarafı birbirine karşı idare etmiş, ara bulmuş.