Modern zamanlarda bireyin çevresi ile kurduğu ilişki kökünden değişti(rildi). Bu köklü değişimde birey çevresinden kopartılarak pasif/edilgen bir varlığa dönüştürüldü ve çevresine duyarsızlaştırıldı. Gündelik hayatın akışına kendisini bırakan insan kendisini ve çevresini biçimlendirmekten uzak, çevresine duyarsız siluetlere dönüştü. Sosyoekonomik dönüşümler ve bunu destekleyen mimari çözümler bireyi yalnızlaştırdı ve çevresine karşı kayıtsızlığa zorladı. Turgut Cansever, ömrü boyunca mimari yapıların bütünlüğünün açık uçlu bırakılarak ve ölçek korunarak inşaya devam etmesi gerektiği, ölçeğin ve inşaya dâhil olma sürecinin çevre ile insanlar arasındaki bağı kuvvetlendirmeye matuf kritik işleve sahip olduğunu, ölçek bozulduğunda sadece yapının bozulmadığına, asıl bozulanın insanın çevresiyle ilişkisi, yani bütünlüğü olduğuna dikkat çekti.
Cansever’in vurguladığı gibi şehrin sakinlerinin “şehrin odağı” (merkez/çarşı/kamusal alan) etrafında teşekkül eden açık uçlu/gelişmeye açık bütünlükler farkındalığı canlı tutulmaktadır. Dolayısıyla, kamusal alanda aktif olması ve sorumluluk alması teşvik edilmektedir. Mahalle sakinleri de mahalledeki tüm süreçlere aktif katılarak sorunları mahalle içerisinde çözebilme yeteneğini sürekli geliştirmektedir. Bu katılım, mahalledeki temizlikten güvenliğe, komşuluk ilişkilerinden bu bütünü bozacak yapılara müdahaleye kadar geniş bir mükellefiyet/sorumlulukla insanı zenginleştirmekte ve canlı tutmaktadır. Kısacası, bu iklimde insanlar çevreye duyarlı bir şekilde süreçlere aktif katılım sağlayabilmektedir. Şehrin sakinleri, şehre hâkim ölçeğe saygı duyarak süreçlere aktif katılmakta ve kendisinden önce yapılanı dikkate alarak ona saygılı, var olan doku ile uyumlu inşa sürecinin aktörleri olmaktadır. Bu bağlamda her eklenti bütünü yeniden oluştururken ilaveler de güzelliği canlı ve dinamik tutan parçaları olarak ortaya çıkmaktadırlar.
Ölçek artık bozuldu. Yaşanan dönüşümle insan çevresindeki meselelere ve inşa süreçlerine dâhil olan bir bireyden seyreden bir bireye dönüştü. Richard Sennett bu dönüşümü ‘kamusal insanın çöküşü’ olarak tanımlıyor aynı başlıklı kitabında. Sennett’e göre çevresinden kopartılarak kendisine döndürülen modern insan tuzağa düşürülmüştür: ‘…Şimdi yığınla insan, daha önce hiç görülmemiş bir ölçüde kendi yaşam öyküleri ve özel tutkularıyla ilgileniyor. Oysa bu ilginin bir özgürleşme değil, bir tuzak olduğu ortaya çıkmıştır’(Kamusal İnsanın Çöküşü, Ayrıntı, 2020, sh.17). Çevresindeki süreçlere katılabilme/iyileştirebilme imkânı tedrici bir şekilde azaltılan bireylerin mahalleleri ve şehirleri ile ilişkileri asgari düzeye çekildi. Dolayısıyla, kamusal yaşamda birey, sorumlulukları ve ilişkiler ağı ile dışa dönük katkı verebilme imkânından yoksun bırakılarak ilişkileri basit bir düzeye indirgenmiştir. Birey artık çevresindeki bir mekândan diğerine hızla hareket etmekte ve akmaktadır. Böylece, ‘Res publica genel olarak, aralarında aile bağı ya da yakın bağlar olmayan insanlar arasındaki birliktelik ve karşılıklı taahhüt bağlarını ifade eder; arkadaşlık ya da aile bağlarından çok bir kitleye, bir “halk”a, bir politik uygulamaya ilişkin bağdır. Romalılar devrinde olduğu gibi günümüzde de res publica’ya katılım artık bir oluruna bırakma sorunudur ve kamusal yaşamın şehir gibi mekânları da bir bozulma sürecine girmiştir’ (sh.16).
Sennett çevresi ile güçlü bağları olan insanın bu özelliğinin yitiminde mimarinin rolünün önemine dikkat çekmektedir. Sennett’e göre yeni mimari yaklaşımla ‘canlı kamusal alanların yok edilmesi, mekânı hareketliliğe bağımlı kılma gibi çok daha sapkın bir fikri içermektedir’ (sh.28, 2020). Mimari tasarımlar bu tip alanlarda insanların durup etkileşime girmelerini teşvik etmek yerine hareketi merkeze almaktadır. İnsan da bu tasarıma uygun bir şekilde o alanlarda süratle hareket etmeye zorlanır. Dolayısıyla, insan sokakta, mahallede, meydanda vs. artık var olamaz, sadece geçip gider. Geçip gittiğine karşı sorumluluk da duyamaz. Böylece, insan çevresine yabancılaşır: ‘Savunma Bakanlığı ya da Lever House planlarının mantığı ulaşım teknolojileriyle işte bu açıdan uyumludur. Her ikisinde de kamusal alan hareketin bir işlevi haline geldikçe, kendine has bağımsız deneyim olma anlamını yitirmektedir.’ (sh.29)
Kamusal İnsanın Tahkimi
Modern medeniyetin insanı zorladığı durum, bizim medeniyetimizin öngörüsünün tam tersidir. Medeniyetimizde insan çevresiyle kurduğu anlamlı ilişkilerle yetişmekte ve olgunlaşmaktadır. Peygamberimiz bir hadisinde ‘İnsan ölünce, üç ameli dışında bütün amellerinin sevabı kesilir: Sadaka-i câriye, kendisinden istifade edilen ilim, arkasından dua eden hayırlı evlât” buyurmaktadır. Sadaka-i câriye kamunun yararlandığı süreklilik arz eden hayırlara karşılık gelmekte olup bu kapsamda genellikle cami, okul, yol, çeşme, aşevi vs. kamusal yapılar değerlendirilmektedir. Diğer ikisi gayet açıktır. Aslında insanı sevap açısından ölümsüzleştiren üç eylemin tümü kamusal alanla ilişkilidir. Hayırlı evlat, bu kültürel iklime katkı verme, yani kamusal alanı güzelleştirme istidadına sahip insandır. Bir başka deyişle hayırlı evlat, ailesine hayırlı olmanın ötesinde kamusal alanda iyiliğin yaygınlaşması ve kötülüğün engellenmesine matuf bir insan olma yolunda çabalar. Kendisinden insanlığın faydalandığı ilim, eserler ve yetiştirilen insanlar üzerinden yine kamusal alanın tahkimine yöneliktir. Dolayısıyla, kamusal alanda aktif yer alma ve kamusal alanın güçlendirilmesi/iyileştirilmesi en öncelikli alandır. İnsan öldükten sonra da bu üç alana yaptığı katkılarla yaşamaya devam etmektedir.
Bu bağlamda kamusal alanın hayır ve güzellik odaklı tahkimine yönelik Peygamberimizin ‘İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır’ hadisi önemli bir düstur olarak yön çizmektedir. İnsanlar kamusal alana aktif katılmaya, ancak bu katılımı dünyayı güzelleştirme odaklı gerçekleştirmeye teşvik edilmektedir. Dolayısıyla, medeniyetimizde insanın kendine yönelik iyileştirme/güzelleştirme çabalarına sürekli devam etmesi istenirken-ki bu çaba en büyük cihat olarak tanımlanır- dışa dönük olarak da bu güzelleştirmenin kamusal alana yansıtılması beklenmektedir. Bu nedenle medeniyetimizde ‘başkası cennet’tir. Batı medeniyetinin insanlığı zorladığı yön ise, ‘başkasının cehennem’ olduğu anlayışının davranışlarda somutlaştırılmasına matuftur.