06.06.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
"Daha feneri söndürecektik yahu nereye böyle erkenden? Senin tavuktan farkın kalmamış dostum. Nerede o eski Ayvaz Komiser?"
“O eskidendi oğlum, artık yaşlandık.”
‘Hadi canım, daha kırkında bile değilsin. Kırkına üç yıl var daha.”
“İnsan illa kırkında mı yaşlanır arkadaşım? Bazen insan otuzunda, yirmisinde bile yaşlanır. Neyse, hadi bana eyvallah!” deyip bir zengin kalkışı yaptım. Kalkınca Barbaros’a dönerek, “Çok teşekkür ederim bu yemek davetin için,” dedim. Barbaros mahçup bir ifadeyle, “Bana değil David’e teşekkür et, esas davet sahibi o,” dedi. Doğrusu biraz bozulmuştum. “Yani ülkemizdeki misafirlere mi ısmarlatıyorsun yemeği Barbaros?”
“Ben misafir sayılmam artık Hayri, buralı sayılırım. Bizi kırmayıp geldiğiniz için ben teşekkür ederim. Umarım sizi bu akşam kızdırmamışımdır.”
“Elbette kızdım ama size değil tabii… Barbaros sen ne zaman, ne ara bu kadar cimri bir adam oldun kardeşim?”
“Yahu bizim memur maaşımızla seni böyle bir yemeğe nasıl davet ederim Hayriciğim?”
“Bırak bırak, sen ne kirli çıkısındır bilmez miyim? Ama bu kadar cimri olduğunu tahmin edemezdim doğrusu…”
***
David’e teşekkür ettim ve oradan ayrıldım. David’in söyledikleri kafama takılmıştı.
Mandalina bahçelerinin altında servetler yatıyordu ama bu adamların öldürüldüğü Yalıkavak, Turgutreis, Ortakent gibi yerlerde tarihi kalıntılar olduğuna dair bir duyum almamıştım. Halikarnas denilen yer Bodrum’un merkezi denilen yerdi. Yine de aklımın bir köşesine bunu yazmalıydım.
Tabii Meryem’in de masaya dikkatle bakmasının anlamını çözmeliydim. Aklımın bir diğer köşesine de Meryem’le görüşmeyi not etmiştim bile. Bakalım bu işin sırrı neydi?
3 Kasım Pazartesi
Tam kadro büroda toplanmıştık. Sabah yataktan zor kalkmıştım. Akşam yemeğini fazla kaçırdığımdan olsa gerekti. Müthiş de bir baş ağrım vardı. Hemen hızlı bir kahvaltı yapmış, ardından da bir aspirin yutmuştum.
Bu sabah ekibimize bir kişi daha katılmıştı. Komiser Seza Cankat, elindeki dosyasıyla toplantıya zamanında gelmişti.
Artık ekip olarak eteklerimizdeki tüm taşları yere dökme zamanıydı. Çünkü yeni taşlar için yer açmak lazımdı. İlk maktul Orhan Aksoy’un üzerinde bulunan saç teli, hizmetçisiyle uyuşuyordu. Bu önemli bir bilgiydi ama bana göre çok fazla bir anlam ifade etmiyordu. Çünkü katilin hizmetçi olduğunu düşünmüyordum. Aksoy’u öldüren avcı bıçağı ile ilgili de fazla bir bilgi elde edilememişti. Sitelere dönüşmeden önce bahçelerini satan arazi sahiplerinin bazılarıyla görüşülmüştü. Görüşülen kişilerin, öldürülen bu üç kişiyle ilgili bir sorun yaşamadıkları belirlenmişti. Bu yüzden poliste herhangi bir ifade, bir kayıt, mahkemelerde de bu konuda açılmış herhangi bir dava bulunmuyordu. Özellikle öldürülen üç kurbanın adının karıştığı bir dosya, bir dava yoktu. Zaten yapılan araştırmada sicillerinin temiz olduğu, sabıkalarının bulunmadığı da ortaya çıkmıştı.
Parmak izi, ayak izi, kısaca katil bıçak ve belirsiz siyah görüntüsü dışında herhangi bir iz bırakmamıştı. İşini gayet profesyonelce yapıyordu. Ne bıraktığı notta, ne not kağıdında, ne kurbanlarının ağzına tıkıştırdığı mandalinalarda da hiçbir iz yoktu. Üç notun hepsi bilgisayarda yazılmıştı. Neredeyse işlediği cinayetler “kusursuz cinayet”lere yakındı. O nedenle işimiz pek kolay değildi. Dediğim gibi ya çok profesyoneldİ; ya fazla polisiye film seyretmişti; ya da fazla polisiye kitap okumuş soğukkanlı acımasız biriydi.
Bizim açımızdan işin en iyi tarafı, gerek Adli Tıp, gerekse Olay Yeri İnceleme’nin hızlı ve çabuk davranmasıydı. Zannımca belki de cinayet davalarında en hızlı rapor bu soruşturmada hazırlanmıştı. İddialı bir savdı ama olabilirdi. Bu pek rastlanan bir durum değildi.
Bunun nedenini merak ediyordum ama şimdilik bunu öğrenmek gibi bir niyetim yoktu. İyi gidiyordu sonuçta. Belki de bu kelli felli adamların öldürülmesi, cinayetlerin ardı ardına işlenmesi birilerini harekete geçirmiş olabilirdi. Ne yazık ki güçlü olanlar, her zaman, hatta öbür tarafa gittiklerinde bile bir şekilde kazanıyorlardı. Haklı olanın yanında değil, güçlü olanın yanında oldukça, bu devran hep böyle devam edip gidecekti.
***
Yeniden görev bölümü yapıldı. Bugün öğleden sonra cenazeler kaldırılacaktı. Zühre ile cenazeye katılacaktık. Ayrıca Cengiz de bizimle birlikte gelecekti. Ali ise, Metin Caner’in otopsisiyle ilgilenmek üzere Adli Tıp Kurumu’nda olacak, Güzide Olay Yeri İnceleme’nin raporunu takip edecek ve masa başı araştırmalarını sürdürecekti.
Seza Komiser dikkatle dinliyordu. Şu ana kadar sessiz kalmayı tercih etmişti. Ancak kendisine bir görev verilmemesi canını sıkmış gibiydi. Ne bir soru sormuş, ne de bir görev talebinde bulunmuştu. Ben başlangıçta sadece, “Seza Komiser de soruşturmamıza taze kan olarak dahil oldu. Hoşgeldiniz,” dedikten sonra toplantı boyunca bir daha onunla hiçbir iletişimde bulunmamıştım. Ne soru sormuş, ne de düşüncelerini almıştım. Aslında ona bu soruşturmaya dahil olduğu için kızgındım. Pekala, “Bu soruşturmaya Hayri başladı, o götürsün. Eğer ciddi bir rahatsızlığı varsa o zaman ben dahil olurum,” diyerek amire ısrar edebilir; soruşturmadan affını isteyebilirdi. O nedenle özellikle onu dahil etmemeye, toplantıda pasifize etmeye çalıştım. Bir tür minik bir intikam almak istemiştim. Ama tanıdığım Seza, böyle şeylere pabuç bırakacak karakterde birisi değildi. Bunun altında kalmazdı. Nitekim aniden ayağa fırladı ve hiçbir şey söylemeden dosyası elinde hışımla odadan çıktı. Hepimiz şaşkınlıkla arkasından bakakalmıştık. Tabii çok geçmeden amir odasına çağırdı.
ARKASI YARIN...