28.07.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
“Hayır hayır beni anlamıyorsun, anlayamazsın…”
“Vurursan vur o zaman, bitsin bu iş,” deyip üzerine yürüdüm. Şaşırdı. Ben de kendime şaşırmıştım, ama artık ok yaydan çıkmıştı bir kere. Tabancasını kaldırıp ayaklarımın birkaç metre önüne ateş etti. “Yaklaşma!” diye bağırıyordu.
“Beni mecbur etme!”
Barbaros şaka yapmıyordu; ciddiydi. Yani öldürmeyi, cinayet işlemeyi bile göze alacak kadar gözü dönmüştü. Tekrar yürüdüm. Silahını kaldırıp bana nişan aldı. “Benden günah gitti; bunu sen istedin,” diye bağırdı. Gözlerimi kapamıştım ve silah da ateşlenmişti. Silahın sesi kulaklarımda yankılandı. Ama hala ayaktaydım. Gözümü açtığımda yere düşen ben değil, Barbaros olmuştu. Önce kendini vurduğunu sandım ama arkamdan duyduğum sesle böyle olmadığını idrak etmem uzun sürmedi. Dönüp arkama baktığımda Seza Komiser elinde tabancasıyla bana bakıyordu. Ve bağırıyordu.
***
“İyi misin Ayvaz?”
Dejavu… Bu sahneyi geçtiğimiz günlerde Engin’in beni kovaladığı o olayda bir kez daha yaşadığımı hatırladım birden. İyi değildim. Hemen Barbaros’un yanına koştum. Seza da arkadan geliyordu. Kontrol ettim hala yaşıyordu. Arkama dönerek, “Seza hemen bir ambulans helikopter çağır, hala yaşıyor,” diye bağırdım.
“Lütfen acele et!”
“Hemen arıyorum.”
Başını kaldırdığımda Barbaros, gözlerini aralayarak bana baktı. “Affet beni kardeşim, affet. Kızım, karım sana emanet. Onları koru, her şeyi onlar için yaptığımı anlat onlara. Anlat ki gözlerim açık gitmesin. Bana söz ver.”
“Veriyorum kardeşim, söz veriyorum.”
“Evet, her şeyin başı o şeytan, o David denilen adam. Onu yakalamanız lazım. Cinayetle…”
“Sen kendini yorma, tamam merak etme, her şey düzelecek, kurtulacaksın.” diyordum. Ama Barbaros kollarımın arasında son nefesini vermişti bile. Sözünü tamamlayamadan gitmişti o dev gibi adam, kardeşim…
O an her şeyin, bütün çocukluğumun, ailemin, geçmişimin, o birlikte büyüdüğümüz evlerin, mahallenin, sokakların, oyunlarımızın, kovalamacalarımızın, saklambaçlarımızın, top koşturmalarımızın, kahkahalarımızın, dekmanlarımızın, yaramazlıklarımızın, bahçelerden yaptığımız küçük hırsızlıklarımızın bittiği, söndüğü, yok olduğu andı. Sanki çocukluğum o anda elimden alınmış, hiç yaşanmamıştı. Her şey boşlukta asılı kalmıştı.
Neden sonra Seza’nın şiddetle sarsmasıyla kendime gelmiştim. “Kendine gel Ayvaz kendine gel lütfen, toparla kendini…”
Hemen cebimden telefonumu çıkardım. Telefon burada çekiyordu. Amiri aradım. “David’i hemen tutuklayın. Her şeyin başı o… Kaçmasına fırsat vermeyin!” deyip yanıt vermesine fırsat vermeden telefonu kapattım. Sadece, “Tamam,” dediğini duymuştum. Telefonuma baktım. Barbaros’un söyledikleri kayda alınmıştı. Gözyaşlarıma engel olamıyordum. Seza omzuma dokundu.
“Üzgünüm. Çok mu yakındınız?”
“Evet, küçüklüğümüzde kardeş gibiydik.”
“Seni öldürecekti!”
“Evet Seza Komiserim. Hayatımı kurtardığın için çok teşekkür ederim.”
“Sen de aynısını yapardın, önemli değil.”
Karaada güneşe rağmen sanki daha da kararmış gibiydi. Bu adayı hiçbir zaman unutamayacaktım ve belki de bir daha asla ayak basmayacaktım. En sevdiğim çocukluk arkadaşımı elimden almıştı. Bodrum bana pek uğurlu gelmemişti. Önce sevdiğim kadını, sonra da sevdiğim yakın arkadaşımı kaybetmiştim. Geride kötü anılar kalacaktı.
Helikopter ambulans gelmişti. Savcıya da haber verilmişti. Savcı, oraya gelmesine gerek olmadığını, cesedin hastaneye nakledilmesini istemişti. Herhangi bir adli tıp işlemi de yapılmayacaktı.
Tabii ailesine bu acı haberi vermek bana düşüyordu. Ama ben bunu onlara nasıl anlatacaktım? Bu ölmekten çok daha beterdi benim için. Ne yapacağımı, nasıl anlatacağımı bilemiyordum. Bunu düşünmem lazımdı. Onu bir suçlu gibi değil de son anda polise yardımcı olmaya çalışan bir arkeolog, bir görev şehidi gibi göstermek istiyordum. Seza bu konuda bana yardımcı olacağını söylemişti. “Sen merak etme!” demişti. “Arkadaşını bu işten onuruna halel gelmeden bir şekilde sıyıracağız. Ailesi gerçeği bilmeyecek. Kızı bilmeyecek.”
Çok sevinmiştim; mutlu olmuştum. İçime bir nebze olsun su serpilmiş gibi hissetmiştim. Seza gerçek bir dosttu. Her açıdan, mütevazı, kompleksiz, güvenilir, kendini işine adamış, gerçek bir profesyonel, gerçek bir arkadaştı. İnsan kendini ona gözünü kırpmadan emanet edebilirdi. Ona borçlanmıştım. Tıpkı Zühre’ye olduğu gibi. Ne şanslı bir adamdım ki iki kere, iki kadın hayatımı kurtarmıştı. Bunları düşünürken Amir telefonla aradı. “David’i bulduk,” dedi. Bir kez daha çok sevinmiştim. Sonunda David’i bulmuşlardı. Demek ki kaçamamıştı aşağılık adam. Ama amir sözünü tamamladı.
“Ancak evinde kendini tabancayla vurmuş! Yani bulduk ama ölü bulduk.”
İlk şaşkınlığım geçmişti. “İntihar mı etmiş?” diye sordum. “Öyle görünüyor.”
“Biz hemen intikal ediyoruz.”
“Sen iyi misin Ayvaz?”
“Çok iyi olduğum söylenemez amirim.”
“Sana hem geçmiş olsun, hem de başın sağ olsun diyorum. Üzüldüm ama şimdi morgda yatan sen olabilirdin.”
“Haklısınız.”
“Bu arada çok başarılı bir operasyon gerçekleştirdiniz. Seni ve tüm ekibi kutluyorum.”
“Sağolun amirim.”
David’in cesedi, Oasis Alışveriş Merkezi’nin üst taraflarındaki lüks sitede yer alan villasının ikinci katındaki yatak odasında bulunmuştu.
Üzerinde lacivert tişört ile gri şort vardı. Oda kan gölüne dönmüş, duvarlara ise kanlı beyin parçaları yapışmıştı. Kafasının ardında da kocaman kanlı kara bir delik açılmıştı. Tabanca ise hemen yanında yataktaydı. Odadaki bir sandalye ise yere yan yatmış halde devrilmişti.
Adli Tabip Hasan Kaya’nın ilk tespiti, tabancayı ağzına sokup tetiği çektiği yönündeydi. Tabanca 38 kalibre Amerikan yapımı Smith&Wesson marka toplu bir tabancaydı. David’e ait ruhsatlı bir tabanca olabilirdi. Ölüm yaklaşık dört beş saat kadar önce gerçekleşmişti. Komodinin üzerine bırakılan yeşil mandalinanın altına da bir not kağıdı bırakılmıştı.
Yanında da notun yazıldığı bir tükenmez kalem duruyordu.
“Beni affedin. Mandalinaları unutmadım. David.”
“Mandalinaları unutmadım” cümlesi ilk kez el yazısıyla yazılmıştı. Daha öncekiler bilgisayar çıktılarıydı. Yazı David’e mi aitti? Tabii bunun araştırılması gerekecekti.
Cengiz hiçbir şey duymamıştı. Olay Yeri İnceleme’den Komiser Yardımcısı Yıldırım Karaçam’a göre, silah ağza sokulduğu için ses fazla yankı yapmamış olabilirdi. “Zaten izole bir ev burası. Pencereler üç camlı, duvarlar mantolu ve iyi bir izolasyona sahip. Evde top atılsa dışardan duyulmaz!”
Bu arada ekipler, David’in evinin alt katında kaçak bir bodrum katı tespit etmişler, burada yaptıkları aramada, gelişmiş yer üstü dedektörleri, iki tane alan tarama cihazı ve üç adet de radarlı drone bulmuşlardı. Ele geçirilenler arasında bir de bıçak vardı. Bulunan bıçak ilk cinayette yani Orhan Aksoy cinayetinde kullanılan avcı bıçağının benzeriydi. Markası da eşleşiyordu. Bushcraft.
David’in evi de diğer cinayet kurbanları gibi zevkli döşenmişti. Salondaki duvarlar daha çok fotoğraf ağırlıklıydı. Daha çok Karya uygarlığına ait resim ve fotoğraflar süslüyordu krem rengindeki duvarları. İkinci katın tavanları rustik ahşapla döşenmiş, duvarları da kağıtla kaplanmıştı. Düzenli, bakımlı ve oldukça temiz bir evdi. İkinci katın her odasından deniz manzarasına sahipti.
***
Doğrusu David’in intihar etmesine çok şaşırmıştım. İntihar edecek birine pek benzemiyordu. Bu ne demek oluyordu? Her şeyin bittiğini öğrenen arkeolog David Snyder, bu utanca dayanamayıp yaşamına son mu veriyordu? Cinayetleri itiraf etmemişti ama bıraktığı işaretler, “Beni affedin. Mandalinaları unutmadım. David.” yazısı onları da kendisinin öldürdüğü ya da öldürttüğünün bir itirafı gibi görünüyordu.
David’in çalışma odasında bir dizüstü bilgisayar, birtakım dosyalar ile cep telefonu, inceleme yapılmak üzere ekiplerce alınmıştı.
Zühre ile Ali teknede yakalananlarla ilgilenirken, biz David’in evinde Seza ve Cengiz ile birlikteydik. Seza ile Cengiz’e biraz yürüyüşe çıkmak istediğimi söyledim. O kadar yorgundum ve açtım ki belki bir şeyler de atıştırabilirdim. Oasis AVM’ye doğru yokuş aşağıya inmeye başladım. Severcan Caddesi üzerinde bir inşaatın önünde sekiz on kişilik bir grup toplanmıştı. Ellerinde, “Mandalinalara Kıymayın!”, “Mandalina Bahçelerini Yaşatalım!” pankart ve dövizleri taşıyorlardı. Bizim Mandalinaları Yaşatalım Derneği grubu üyeleriydi bunlar. İsyankar başkan Münir Sarıcalı, beni görünce yanıma seğirtti. “Ne oldu Bay Komiser, düzenin bekçiliğine devam mı?” diye sordu. Aklınca her zaman yaptığı gibi alaya alıyordu. “Evet,” dedim. “Sanırım siz de mandalinaları kurtarmaya çalışıyorsunuz,” diyerek manalı bir şekilde elimle beton yığınlarını gösterdim. “Ama anladığım kadarıyla da pek bir işe yaramıyor. Başarılı olduğunuz söylenemez ha, ne dersiniz?”
Bozulmuştu. Suratının rengi beyaza döndü. “En azından biz kurtarmak için uğraşıyoruz, ya siz? Siz bu doğayı katleden açgözlüleri koruyor, bu katliamlara göz yumuyor, üstelik silahlarınızı kuşanıp bir de destekliyorsunuz.”
Bu adam lafını esirgemiyordu.
“Bir gün sizinle oturup sohbet etmeyi çok isterim. Belki birbirimizi daha iyi anlarız,” dedim. Şaşırdı; böyle bir karşılık vereceğimi hiç beklemiyordu. Bu adamı aslında ne kadar gıcık olursa olsun, sempatik bulmuyor da değildim. Başarılı olsun olmasın, bir ideal uğruna kendince mücadele veriyordu. Grubunu harekete geçiriyor; korkusuzca protestosunu yapıyordu.
“O zaman bir gün aynasız olarak değil de sivil bir yurttaş olarak kapımı çalarsanız, size kahve çay ısmarlayabilirim. Hem bol bol sohbet ederiz.”
Başımı “Anlaştık” anlamında sallayıp gülümsedim. Sonra da, “Size protesto gösterinizde başarılar dilerim,” diyerek oradan ayrıldım. Birden aklıma gelince durdum. “Bu arada üyelerinizin isimlerini hala bekliyorum. Sözünüzde durmadınız,” dedim. “Daha çok beklersiniz. Çok düşündüm ama onların isimlerini vererek fişlenmelerine gönlüm razı olmadı,” diye karşılık verdi. Gülümseyerek başımı salladım ve “Mandalinalara dokunmayın!” nidaları arasında aşağıya doğru inmeyi sürdürdüm. Elbiselerim hala nemliydi ve omuzum şiddetle ağrımaya başlamıştı. Seza’ya durumu anlatıp otele gideceğimi, bir gelişme olursa aramasını söyledim. O da, “Tamam keyfine bak!” dedi.
Aracımı alıp kendimi zar zor otel odasına attıktan sonra üzerimdekileri çıkarıp eşofmanlarımı giydim ve yatağa uzandım. Resepsiyonu arayıp kendime protein ve vitamin yüklü bir yemek ısmarladım. İki porsiyon yağsız döner ve bol salata. Kendimi iyi hissetmiyordum. Mutlaka dinlenmeliydim. Üşütmüştüm. Hasta olup yatağa düşmemek için dua ettim. Resepsiyonu tekrar arayıp bir de büyük bir bardakta taze sıkılmış greyfurt ve portakal suyu söyledim,
Yemeğimi yedikten sonra iki saat deliksiz uyudum. Seza’yı aradım. Maktulün Adli Tıp Kurumu’na otopsi için götürüldüğünü, Olay Yeri İnceleme’nin ise hala çalışmasına devam ettiğini, Cengiz ile birazdan ayrılacaklarını, evin bahçesinde ve önünde iki nöbetçinin bekleyeceğini söyledi.
ARKASI YARIN...