GündemÖYLE BiR GEÇER ZAMAN Ki...

ÖYLE BiR GEÇER ZAMAN Ki...

04.09.2017 - 02:30 | Son Güncellenme:

Eski bayramlara olan özlemin yanında eski zamanlarda toplumun birlikte yaşadığı çok değerli anıları da vardı. Mutfakların vazgeçilmezi tel dolaplardan, radyodaki tiyatro saatine kadar bu anıları hatırlatmak istedik...

ÖYLE BiR GEÇER ZAMAN Ki...

Kurban Bayramı’nı yaşarken her bayram dile getirilen bir sözcük vardır a“Nerede eski bayramlar” diye. Bu, yaşlı insanlarımızın hatıralarının bir ürünüdür. Bayramların yanında eski zamanlarda toplumun birlikte yaşadığı çok değerli anıları da vardı. O anılarda hayaller, arzular, istekler, sevinçler ve mutluluklar yaşanmıştı. Onlardan birkaç
örneği hatırlatalım istedik.
Buzdolabı Türkiye’ye girmeden yıllar önce, kiler ve mutfaklarda “tel dolaplar” vardı. Ülkemizde çivi ve çengelli iğnenin bile bulunmadığı bir dönemde, tahta ama üç yanı ‘sineklik tel’ diye tabir ettiğimiz telle kaplı dolaplar mutfakların vazgeçilmezi oldu. O zamanlar ilaçlama olmadığı için özellikle ev kadınlarının en büyük sıkıntısı sineklerdi. Bu tel dolaplar, kadınların imdadına yetişti ve öncelikle kahvaltı takımlarını ve tencereleri sineklerden korudu. 1940’ların sonlarında piyasaya çıkan bu tel dolaplar mutfakların vazgeçilmez eşyası haline geldi, buzdolabı evlere girinceye kadar görevini sürdürdü.
Tükenmez kalem
Mürekkepli metal kalemi, Romalılar biliyordu. Tükenmez kalemin bulunması ise 1880’li yıllarda oldu ama üretimden vazgeçildi. Ancak 2. Dünya Savaşı sırasında pilotların ceplerinde bulunan dolma kalemlerin basınçtan patlayıp akması ile tükenmez kalem üretilmeye başlandı. Ülkemize gelişi ise 1960’larda oldu. Canlı yazısı siyah, mavi ve kırmızı renkleri ile cazibe yarattı. Teknoloji harikası olarak algılandı. Satılmaya başlaması ile bir anda herkesin elinde ve cebindeki yerini aldı. Adeta kapışıldı, dolma kalem ve kurşun kalemi bir süre kenara attı.
Buzdolabı özlemi
Osmanlı döneminde Belçikalı Ganz şirketinin 20 Şubat 1914’te elektrik üretmeye ve evlere elektrik vermeye başlamasından birkaç yıl sonra, gazetelere beyaz eşya reklamları vermeye başladı. Buzdolabı ve çamaşır makinesi reklamları yayınlanmaya başladığında “yemekler hiç bozulmuyormuş” söylentileri kulaktan kulağa yayılınca ev sohbetlerinde dedikodunun yerini aldı. Ev kadınları arasında buzdolabına özlem büyüdü. Elde çamaşır yıkamaktan sertleşmiş parmaklara sahip ev kadınları çamaşır makinesinin hayalini ona sahip olana kadar yaşadılar.
Yıllar boyu ev temizliğinde kadınlarımızın kullandığı sarı süpürgeden elektrikli süpürgeye geçiş uzun zaman aldı. Düdüklü tencere mahalleye geç girdi. Düdüklü tencere için yapılan yemek tarifleri, yemeklerin lezzeti gün toplantılarında aylarca konuşuldu. Ankaralı Nazmiye Helvacıoğlu, 70 yıl önce aldığı düdüklü tencerenin heyecanını hâlâ yaşıyor ve tenceresi ile yemek pişirmeye devam ediyor.
Daha çok Osmanlı döneminde kullanılan gümüş zincirinden dolayı adı köstekli saat diye anılan ve hatırlanan en ünlü saat markası Serkisof’tur.
Bu saatlerin zinciri yelek düğmesine takılır saat kısmı yelek cebinde taşınırdı. Kol saatleri piyasaya girdikten sonra büyük heyecan yaşatmıştı.

1927 YILINDA İLK YAYIN

Türkiye’de ilk radyo yayını 6 Mayıs 1927’de yani 90 yıl önce başlamıştı. Sirkeci’de bulunan Büyük Postane’nin iki odasında başlayan yayın, evlerde radyo olmadığı için postanenin kapısı üzerine yerleştirilen hoparlör sayesinde duyurulmuştu. İlk anonsu Eşref Şefik Bey yapmıştı. İstanbul radyosu hemen, Ankara radyosu 1928’de devreye girdi. 1936’da Türkiye’de 10 bin radyo bulunurken bu rakam 1939’da 50 bini aştı. İlk yayın yıllarında radyo alanlara zengin gözüyle bakılırdı. Radyo sahipleri mahallenin baskısı ile yayın saatlerinde radyolarını pencerelerin önüne koyar, toplanan mahalleli yayınları heyecanla dinlerdi. Ankara’nın ilçesi Güdül’de Halk Fıkrası’nın Cumhuriyet Meydanı’ndaki tek katlı gece kondusunun penceresine köylülerin isteği ile bir radyo yerleştirilmişti. Güdüllüler 1938’de Ulu Önder Atatürk’ün vefat ettiğini bu radyo yayınından öğrenmişlerdi. 1950’lerde ‘tiyatro saati’ herkesin radyoya kilitlendiği saatlerdi.

Heyecanla beklenen mektuplar

Dijital devrime geçmeden önce mektup, kartpostal göndermek ve telgraf çekmek uzun yıllar hayatımızın parçası oldu. Aşıklardan, askerden, evlatlardan heyecanla beklenen mektuplar türkülere bile “Bak postacı geliyor” diye yansımıştı. Mahalleye giren meşin çantalı postacılar heyecanla gözlenir, genç kızlar “Bize mektup yok mu” diye seslenirlerdi. Bayram öncesi sokak başlarında, caddelerde kurulan kartpostal satıcılarının tezgahlarının önünde sevdiklerimize postalamayı düşündüğümüz kartların seçimi sırasında geçirdiğimiz keyifli dakikalar artık o günlerde kaldı.
Telgraf cihazına bir kahraman gözüyle bakılırdı. 19 Ağustos 1855’te Edirne’den İstanbul’a “Hattın tamamlandığını belirten” ilk telgraf çekildiği haberi, dalgalar halinde topluma yayılmış, coşku ve heyecanı aylarca sürmüştü. Hatların kentler arasında tamamlanmasından sonra postanelerin önünde telgraf çekmek isteyenler, uzun kuyruklar oluştururdu.

Reklamlar bir harika

Anılarımız arasında 1950’li yılların ilanları da unutulmazlar arasında. Bugün okuduğunuzda kahkahalarla güleceğiniz ilanlar o günlerin gazeteleri tarafından kabul edilmiş ve yayınlanmış. Halk Bakkaliyesinin, karakalem bir çizimin yanında verdiği ilan da aşıklara sesleniyor. Bakkaliye “Ne kompliman, ne tatlı dil, ne iltifat bu kadını yola getiremedi. Ona 8 aydır aşkını kabul etmesi için yalvarıyor. Bütün bunları yapacağına ona yarım kilo yeşil mercimek alsaydı mesele kalmazdı” diyerek yeşil mercimek reklamının yapılması kimsenin aklına gelmezdi. Bir diğer ilanda ise “Güzele bakmak sevap, SCHAUB almak şarttır” diyerek radyonun güzelliğini anlatmaya çalışmış. Bir başka ilanda kadınların el güzelliğine verdikleri değer üzerinden tüketiciye ulaşmaya çalışmış “Bu güzel elin sahibi HÜKÖ çamaşır makinesi kullanıyor” diyor. Traş bıçağı ilanı ise keskinliğinden ziyade şöyle verilmiş: “Hakikaten pek hoş. Yıldırım traş bıçağı.”

‘Tele misafirlik’

TRT’nin 1974’te başlayan yayınları ile televizyon, maddi gücü olanlar tarafından alınmaya başlandı. Semtlere tek tük girmeye başlayan televizyonlar, Türkiye gündemine “tele misafirleri” oturttu. Televizyonu bulunan evlere yapılan gece misafirliklerine tele misafirler denmeye başlandı. Grafiker tasarımcı Eda Çelik anne ve babasının tanışmasının tele misafirlik sayesinde olduğu o anıyı şöyle nakletti:
“Babam Ahmet Çelik, annem Emine’yi sokakta görür beğenirmiş ama bir türlü konuşma fırsatı bulamazmış. Bir gün tele misafir olarak gittiği komşuda evin kızı Emine’yi görünce tanışma, konuşma fırsatı doğmuş. Orada başlayan ilişki daha sonra evlilikle sonuçlanmış. Şimdi 7 kişilik bir aile olarak mutlu bir yaşam sürüyoruz.”
Evine iş yerine bir telefon bağlatmak için 15-20 sene bekleyenler... 70’li, 80’li yaşlarda olanlar PTT’nin, “Hattınız hazır” bildirisinin yarattığı çoşkuyu bugün anlatırken bile aynı heyecanı yaşıyor. Bir eve bağlanan telefonun yaratığı sevinç ve heyecanı bütün mahalle yaşardı. Telefonu bulunan evler adeta PTT şubesine dönerdi. PTT’nin iki üç yılda bir yenilediği sarı sayfalı kalın telefon rehberleri evlerde önemli eşya olarak korunurdu.