Gündemİşte yılın kare ası

İşte yılın kare ası

31.12.2012 - 02:30 | Son Güncellenme:

Milliyet Yazı İşleri yaptığı oylamayla Türkiye'de ve dünyada yılın 'en'lerini seçti, Milliyet yazarları da sizin için yorumladı...

İşte yılın kare ası

TÜRKİYE’DE YILIN OLAYI

Haberin Devamı

MEHVEŞ EVİN YAZDI/mehves.evin@milliyet.com.tr

Uludere’deki tek beklenti:
İÇTEN BİR ÖZÜR VE GERÇEK



Roboski üzerine siyaset, yorum yapmaya kalkan herkes, bir kez olsun o annelerin nasırlı ellerinden tutup gözlerinin içine bakmalı

Devletin savaş uçaklarıyla Irak sınırında 34 Kürt vatandaşı vurduğunda takvim, 28 Aralık 2011’i gösteriyordu. Medya, günler sonra bu vahim olayı haberleştirdi. Yılbaşı, yurdun diğer bölgelerinde sanki hiçbir şey olmamış gibi kutlandı.
Ancak felaketin detayları ortaya çıktıkça, devlet yetkilileri önce çelişkili, sonra sivilleri suçlayan açıklamalar yaptıkça kanayan yara büyüdü... Irak’tan kaçak yakıt ve mazot almak için çoğu genç, 34 vatandaşın sivil olduğu ortaya çıktı. Meclis’te kurulan “Uludere alt komisyonu” ise geçen bir yılda rapor yayınlayamadı. Hatta Komisyon Başkanı, “belgelerde iz yok, lambadan cin mi çıkaracağız?” dedi.
Aradan geçen bir yılda devlet, sorumluları ortaya çıkarmadı, evlatlarını kaybeden halktan özür dilemedi. Tersine, Başbakan Erdoğan 34 vatandaşın “PKK’nın taşeronu” olduğunu ima etti. Ve “Roboski katliamı”,gerek siyasi gerek insani yönleriyle 2012’nin en çok tartışılan olayı olarak tarihe geçti.
Roboski’nin birinci yıldönümünde çoğu kadınlardan oluşan bir grupla bölgeye gittim. Gülyazı mezarlığındaki mahşeri kalabalık dağıldığında, geriye mezarların başından ayrılamayan aileler kaldı... Bir örnek yapılmış 34 gencin mezarların arasında dolaşmak bile insanın içini kavurmaya yetiyordu. Anneler Kürtçe ağıtlar yakıyor, küçükler sessizce başlarını önlerine eğerek bekleşiyordu. Mezarlığın ağaçlarına bir iple gerilmiş 34 siyah bayrak dalgalanıyordu...
Her mezarlık büyük bir özenle plastik ve kağıttan yapılmış çiçeklerle donatılmıştı; çünkü bu mevsimde, bu coğrafyada çiçek yoktu. Mezar taşlarının başına, ölen gençlerin çerçeveli resimleri, zarar görmesin diye naylonlara sarılıp konmuştu. Anneler, bu çerçeveli resimleri bağırlarına basarak evlerine geri götürdü...
Ziyaret ettiğim yerlerde gördüm ki ölenlerin çerçevelenmiş resimleri, her evin baş köşesinde, en görülebilecek, yüksek yerinde asılı. Resmin altında “Şehit...” yazmışlar. Çerçevelerin yanında genellikle bir de duvar saati var. Haricinde duvarları süsleyen başka bir şeyleri yok.

Ahkam kesenler köye gitse
Uzaktan ahkam kesenler, iki gününü ayırıp bu köylere gelse, bu evlerden birine misafir olsa, eminim bu kadar acımasız, vicdansız olamazlar... Gülyazı ve Ortasu köyleri, ucu karlı dağlarla çevrili bir çanakta, taş, topraktan başka birşeyin olmadığı bir coğrafyada. Kaçağa gidilen sınırı ve karakolları gözle görmek mümkün.
Hava 4 gibi kararıyor ve gece amansız bir soğuk bastırıyor. Sokaklarda gruplar halinde dolaşan gençler, ateş yakarak ısınmaya çalışıyor. Zaten başka yapabilecekleri hiçbir şey yok; ne internet, ne sinema, ne toplanabilecekleri bir mekan.
Haricinde herkes evinde, sobasını yaktığı odaya doluşuyor.
Roboski’de ölen üç gencin evini ziyaret ettim. Bu evlerin “iyi halli” olanlarının iki odası, bir mutfağı ve içeride bir tuvaleti var. Bazılarının tuvaleti dışarıda ve tek göz ev. Eşya olarak yerlere serilen minderler, televizyon ve beyaz eşyadan başka bir şey yok. Dokuz çocuklu aileler, iki odayı paylaşıyor. Her gece dolaptan çıkarılan döşekler açılıyor. Sabah tekrar toplanıyor. Aynı odada yer sofrası kurulup yemek yeniyor.

Haberin Devamı



Haberin Devamı
İşte yılın kare ası

16 yaşında Roboski’de hayatını kaybeden Şervan Encü’nün
8 kardeşi de okula gidiyor. 10-11 yaşındaki çocuklar,
Roboski hakkında yazan tüm gazeteleri okuyup, kesip arşivliyor.
BÜNYAMİN AYGÜN

Kaçakçılık yaşam biçimi
16 yaşında ölüme giden Şervan Encü’nün evinde kaldım. Dokuz çocuklu bir ailenin oğluymuş Şervan. Kızkardeşleri birbirinden tatlı ve akıllı. En küçüğüne kadar hepsi okula gidiyor. 10-11 yaşındaki çocuklar, Roboski hakkında yazan tüm gazeteleri okuyup, kesip arşivliyor. Yıldönümü sebebiyle yapılan tüm yayınlar, gecenin geç saatlerine kadar takip ediliyor.
Roboskililer, ölümle yatıp ölümle kalkmaya alışmış.
Şervan’ların evinin bitişiğinde amcasının evi var. Bu evden Nevzat Encü, 19’unda bombardımanda hayatını kaybedenlerden. Nevzat’ın evinin girişinde, iki genç, sanki öleceklerini biliyormuş gibi isimlerini büyük harflerle alt alta yazmışlar. Kızkardeşi, kaçağa gitmeden önce Nevzat’ın kuzenini arayıp “Artık dayanamıyorum bu hayata” dediğini anlatıyor.
Kim ister o soğukta, o karda dağların tepesine gitmeyi? Ama bizim “kaçakçılık” diye hor gördüğümüz şey, buralarda bir yaşam biçimi, ticaret yapma şekli. Üstelik devlet yıllardır biliyor, karışmıyor ve halen de alternatif geliştirmiyor. Irak’tan getirilip burada satılandan bir kişinin kazandığı para, en fazla 100 TL. Bu parayla 10-12 kişilik bir aile nasıl geçinebilir?

İşte yılın kare ası

Nevzat Encü’nün gözü yaşlı annesi, oğluyla Şervan Encü’nün
TC kimliklerini gösterip Kürtçe soruyor: “Bunlar mı PKK’lı?”

Haberin Devamı

Bunlar mı PKK’lı?
Roboski, Kürt coğrafyasında artık sık sık telaffuz edilen “duygusal kopuş”un bir simgesi oldu. Bunun anlamı, artık devlete güvenin sıfırlanması, en depolitize Kürt’ün bile eşitliğe, adalete olan ümidini yitirmesi.
Ölen gençler için “kaçakçı, PKK taşeronu” denerek hayatlarının değersizleştirilmesi, ailelerin acısını iyice deşiyor, halkın öfkesini kışkırtıyor. Bunlar söylenirken kimse bu çocukların askerliklerini yaptığını ya da hayata herhangi bir genç gibi sarılmaya çalıştığını gündeme getirmiyor.
Nevzat’ın gözü yaşlı annesi, iki gencin TC kimliklerini gösterip bana Kürtçe soruyor: “Bunlar mı PKK’lı?” Mavi nüfus kağıtlarına sessizce bakıyorum. Ne diyebilirim ki?
Roboski üzerine siyaset, yorum yapmaya kalkan herkes, bir kez olsun o annelerin nasırlı ellerinden tutup gözlerinin içine bakmalı. Ha Uludere, ha Roboski, ne dediğimizin önemi yok! Tek beklenti, gerçeğin açıklanması ve içten bir özür. Ancak o zaman, bölgedeki müthiş tepki ve ayrışmanın önü bir nebze olsun alınabilir. Ancak o zaman, Kürtler bu ülkenin vatandaşı olduklarına inanabilir.

Roboski için adalet
İstanbul ve Ankara’dan Roboski’ye giden grupta akademisyen Esra Arsan, Hidayet Şefkatli Tuksal, balerin Zeynep Tanbay, Yeşiller Partisi eşsözcüsü Sevil Turan, “Durde!” Platformu’ndan Metin ve Emine Algan, sanatçı Yasemin Göksu, gazeteci Sibel Yerdeniz ve Defne Asal vardı.
Grubun amacı, oradaki insanların ne yaşadığını anlayabilmek, acılarına ortak olabilmekti. Pek çok sivil de ziyaretimize katıldı.
Cumhurbaşkanı Gül’e göndermek üzere bir imza kampanyası başlatıldı.

Haberin Devamı

Dileyenler https://www.change.org/tr/kampanyalar/roboski-katliamı-için-adalet-istiyorum adresinden imza verebilir.

TÜRKİYE’DE YILIN ADAMI

CAN DÜNDAR YAZDI/candundarada@gmail.com

Kanuni Sultan Süleyman
546 yıl sonra yine padişah

Kanuni Sultan Süleyman 500 yıl sonra dirildi ve çarşamba geceleri hayata döndü. Hem de ne dönmek! Kendisinden çok temsili tartışılan tarihi kişilik

Geçen ay Sting konserine gitmeden bir şeyler atıştırmak üzere salon yakınlarındaki bir kebapçıya uğradım. Müthiş kalabalıktı. Garsonlar, konsere kadar karnını doyurmak isteyenlere yemek yetiştirmeye çalışıyordu. Sıramı beklerken Halit Ergenç’le karşılaştım.
Ayaküstü sohbet ettik. Başbakan’ın “Ecdadımız attan inmezdi” çıkışından sonra sefer hazırlıklarının nasıl gittiğini sordum; gülümsedi. Hayranlarıyla fotoğraf çektirdi. Sonuçta ikimize de sıra gelmedi. Aç biilaç konserin yolunu tuttuk. Sanatçıyla rolü arasındaki uyumsuzlukta zirve noktasıydı. Kebapçıda sıra bekleyen bir padişah... Ulaştığı şöhretle, canlandırdığı karakteri sollamış bir oyuncu...
Kendisinden çok, temsili tartışılan bir tarihsel kişilik: Kanuni Sultan Süleyman...
Bu özellikleriyle (en azından bizim Yazı İşleri’ne göre), “Yılın Adamı”...

İşte yılın kare ası

Muhteşem başarı
Saray kapısında “Padişahım çok yaşa” diye haykıran Yeniçerilerin duası kabul oldu: Kanuni Sultan Süleyman, 500 yıl sonra dirildi ve çarşamba geceleri hayata döndü.
Hem de ne dönmek! Tarih kitapları onu zayıf, esmer, solgun benizli, uzun boylu, kısa sakallı, gür bıyıklı, asık suratlı olarak tanımlıyordu.

“Sevişmesin, savaşsın”
O, Meral Okay adında bir mucizenin kaleminde ve Taylan biraderlerin yönetmenliğinde baştan tasarlandı. Dünyaya Halit Ergenç’in renkli gözleriyle baktı. Benzi pudrayla renklendi, sakal uzattı. Vakko kumaşından kaftanlara sarındı. Parmaklarına marka yüzükler taktı. İlk bölümlerden itibaren “Bismillah” çekip haremde halvete daldı ve ceddine sadık çevrelerin iddiasına bakılırsa birkaç ayda, gerçek hayatındakinden çok öpüştü, sevişti, yattı.
Dizi, 5 Ocak 2011 gecesi Show TV’de ekrana ilk gelişinden sonraki 70 küsur hafta boyunca zirvede kaldı.
Bu süreçte, “Süleymanistler”in “Padişahımız bu kadar yan gelip yatmasın, boyna sevişip öpüşmesin, biraz at binip kılıç kuşansın, sefere çıkıp kelle alsın” şeklinde itirazları oluyordu. RTÜK bir senede almadığı şikayeti 3 haftada alıyordu. İlk üç haftada 75 bin muhbir, kurula diziyi ihbar ediyordu.
MHP’liler diziyi daha başlar başlamaz Meclis gündemine getirince Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, diziyi “Muhteşem Süleyman’ı harem düşkünü, içki düşkünü, hatta bazı sahnelerinde söylemeye dilim varmayan bir ilişki içerisinde göstermeye matuf...” diye yorumladı; “Gereğini yapacağız” dedi. Ama yasalarda “cedde hakaret” diye bir suç yoktu; o yüzden de “gereğini yapmak” zordu.
RTÜK marifetiyle uyarı yollandı, “Bu belgesel değil ki, kurgu” cevabı geldi.

İşte yılın kare ası

Sınırları aşıyor
Kaldı ki bu eleştiriler, ne dizinin izlenme oranını, ne de reklam pastasından aldığı geniş payı etkiliyordu. Hatta tersine, itirazlar yükseldikçe dizi daha çok izleniyor, yayınlandığı geceler reytingde en yakın rakibine iki kat fark atıyordu.
“Sultan Süleyman”, 2012 başında sarayını ve haremini toplayıp muhteşem bir transfer bedeli karşılığı Star’a geçti ve orayı da ihya etti. Halkımız, diziyi belgesel niyetine seyretmeye, saray entrikaları üzerine ahkam kesmeye, ekran başında çekirdek çitlerken Sultan’ın kadınlarını mukayeseye başladı.
Bu arada dizi, milli sabrın sınırlarıyla birlikte coğrafi sınırlarımızı da aştı; Ortadoğu ve Balkan ülkelerinin televizyonları diziyi kapıştı. Muhteşem Yüzyıl, tıpkı Süleyman’ın Osmanlı’sı gibi, “Macaristan’dan Arabistan’a kadar uzanan devasa bir coğrafyada” 50’ye yakın ülkede 200 milyona yakın seyirciye ulaştı. Dizinin ulaştığı sınırlar, Süleyman’ınkini sollamıştı.

Ceddimiz bu değildi
Tabii hemen devreye tarihçiler girdi ve “Ceddimiz bu değildi” iddiasını seslendirdi.
Dizide tarihsel gerçeklere uymayan olayları birer ikişer deşifre ettiler. Dizinin senaryosunu, dekorunu, kostümlerini, diyaloglarını, haremini yerden yere vurdular.
“Hareme haftada sadece iki gün girerdi” dediler. Başbakan Erdoğan, Kanuni’nin 30 yılı at sırtında geçirdiğini söyledi. Fethullah Gülen çıtayı yükseltti: “46 yıllık saltanatında sadece 1,5 yıl sarayda kalmıştır” dedi.
Ancak “münafık Batılı tarihçiler” bu bilgiyi “düzeltti”: “Yok canım, en fazla 10 sene seferdeydi” dediler. “Şehzade Mustafa’yı nasıl öldürttüğünü” hatırlatan “karşı-tarihçiler” ve “Sultan olmadan evvel Manisa’da Pargalı İbrahim ile aynı yatakta yatardı” diyen Nedim Gürsel gibi edebiyatçılar çıktı.
Tarih, raflardan indi, dile düştü.
İşte bu aşamada Hükümet, tarihe el koydu. Başbakan Erdoğan, “Biz böyle bir Kanuni bilmiyoruz” diye lafa girdi.
“Dizinin yönetmenlerini ve o televizyonun sahiplerini” milletin huzurunda kınadı:
“İlgilileri uyardık, bu değerlerle oynayanlara milletçe gereken dersi vermesi için yargının kararını bekliyoruz” dedi.
Türkiye’nin son 10 yıllık tarihini bilenler, bu talimat sonrası yargının kararını beklemeye gerek olmadığını tahmin ettiler.
Nitekim “dizinin yönetmenleri ve o televizyonun sahipleri” tak diye mesajı alıp şak diye gereğini yaptı.
Haftasına kalmadan saraya “dindar bir nesil” hakim oldu: Hürrem Sultan dekoltesini örttü, tesettüre girdi, alnı secdeye değdi.
Hamamda haftalardır cıbıldak yıkanan cariyeler bornozlara büründü. Padişahın kullarına namaz mecburiyeti getiren fetvası davul eşliğinde uzun uzun okundu. Sefer hazırlıkları başladı. Süleyman, “Azarla hizaya giren ilk dizi kahramanı” oldu. Gündemin diğer maddeleri gözlerden saklandı; tarih bir fırçayla “AK’landı”.

Namı yürüdü
Fakat bu kez de mevzu “gavurun diline düştü”. Die Welt’ten New York Times’a, Guardian’a kadar etkin Batı gazeteleri mevzuyu diline doladı. Muhteşem Yüzyıl’ın namı okyanus ötesine yayıldı. Bunca tartışmayı yaratan Kanuni Sultan Süleyman da, vefatından 546 sene sonra “Yılın adamı” olarak anılmaya hak kazandı.
Başa dönelim: Dizinin başarılı başrol oyuncusu Halit Ergenç, o gece Sting konserinde aç karnına ritim tutarken hayranları, “Hayırdır Padişahım” diye laf atıyordu. O sahneyi görünce Süleyman’ın dizelerini güncelleştirerek mırıldandım:
‘Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi/
Olmaya devlet cihanda, şu bizim memleket gibi.”

DÜNYADA YILIN OLAYI

ASLI AYDINTAŞBAŞ YAZDI/asli.aydintasbas@milliyet.com.tr

SURİYE

2013’te en hayatİ mesele:
BASKANLIK DEĞİL SURİYE

İşte yılın kare ası

Sınırda, Kilis’in Öncüpınar Köyü’nde konteynerlerde yaşayan
Suriyeli mülteci kadınlardan biri ve arkada çocuğu.
Ümit Bektaş Reuters

Aslında 2012’de Türkiye açısından en hayati mesele, Suriye’deki savaştı. 2013’de durum değişmeyecek. Cumhuriyet tarihinde ilk kez, Türkiye’nin güneyi alev çemberi içinde. Önümüzdeki 10 yılda Orta Doğu’da bir asır önce Batı tarafından çizilen sınırlar, yavaş yavaş değişecek

Ne Başkanlık sistemi tartışmaları, ne ekonomi... Aslında 2012’de Türkiye için en hayati konu, kamuoyunun pek derinlemesine bakmadığı Suriye kriziydi. 2013’de de durum değişmeyecek.
“Hayati”sözcüğünü boşuna kullanmıyorum. Haberlerde kısacık bir görüntü, gazete sayfalarında ilgisiz baktığımız arka sayfa haberi olarak yer alsa da, Suriye’deki savaş Türkiye’nin içini, dışını, ekonomisini, Kürt meselesini, bölgesel rolünü ve aslında geçmişini ve geleceğini ilgilendiren bir konu...
Bakın anlatayım.
Osmanlı’nın çökmesiyle bir asırdır Orta Doğu’da düzen, 1916 imzalanan Sykes-Picot anlaşmasında kararlaştırılan sınırlar üzerine kurulu. Osmanlı’ya karşı Arap ayaklanmalarını destekleyen İngiltere’nin önayak olmasıyla imzalanan anlaşma, bugün bildiğimiz sınırları yarattı. Aradan geçen bir asırda krallar geldi gitti, seçimler yapıldı, rejimler değişti, diktatörler doğru, yaşadı, öldü; sınırlar değişmedi...
Oysa bugün, haritaların yeniden masaya yattığı, halkların ayaklandığı, silahların konuştuğu yepyeni bir dönemdeyiz. Arap Baharı’yla Orta Doğu halkları diktatörlere karşı ayaklandı, rejimleri yıktı. Bu sürecin sonunda ne geleceği henüz belirsiz.
Ancak şuna emin olabilirsiniz: Önümüzdeki 10-20 yılda Orta Doğu’da düzen de haritalar da değişecek.
Ve Suriye, bu sismik değişimin ana merkezi olacak.
Gelelim Türkiye’ye.

Ankara doğru mu hesapladı
Aslında Ankara’nın Mart 2011’de başlayan halk ayaklanmasında reform talebiyle sokağa çıkan Suriyelileri desteklemek için haklı sebepleri vardı.
Bir defa ahlaki. 50 yıldır ülkeyi sıkıyönetimle yönetilen ve Baas Partisi dışında hiçbir partiye izin verilmeyen rejim, aslında Orta Doğu’nun en baskıcı ve kapalı rejimiydi. İktidara geldiğinde reform sözü veren ‘genç’ lider Beşar Esad, zamanla küçük bir azınlık kliği tarafından yönetilen sistemi benimsedi. Haliyle Mart 2011’de sokağa dökülen halkın reform, özgürlük, hürriyet talebi, masum ve meşruydu.
Üstelik unutmayın, Suriyeliler ilk 6 ay boyunca itirazlarını, silahla, bombayla değil, sadece barışçıl sokak gösterileriyle yaptı. Yüzbinlerin katıldığı bu gösterilerle, Mısır, Tunus ve Yemen gibi rejimi devirebileceklerini düşündüler.
Ankara da buna inandı. Tarihin çöp sepetini boylamayı hak eden bir rejimden yana olmaktansa, geleceğe yatırım yapmak, değişimin yanında olmak, o günlerde büyük bir kumar gibi görünmüyordu. Böylece Türkiye az risk almış olacak, rejim devrildiğinde ekonomik ve siyasi anlamda Suriye’nin ‘hamisi’ haline gelecek ve yeni bir dünya kurulurken bölgesel liderlik pozisyonunu tescil etmiş olacaktı.
Ankara’dan dürbünle Tahrir Meydanı’nı, Tunus’u, Yemen’i ve Libya’yı gözlemleyen Ankara, bu sefer ön almak, kazanan tarafa oynamak istedi. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı.,

2013’te riskler
Ankara’nın, ve aslında hayatlarını ortaya koyan Suriyelilerin, hiç hesaba katmadığı, Batı’nın, daha doğrusu ABD’nin, Suriye meselesine ilgisizliğiydi. Ekonomik ve siyaseten yorgun düşen ABD, Orta Doğu’da yeni bir maceraya girmeye niyetli değildi. Amerikalılar, 21 aydır süren iç savaşta, ”Esad çok ayıp ediyor”, ”Esad gitsin” gibi demeçler verme ve dünyanın çeşitli yerlerinde beş yıldızlı otel lobilerinde yurt dışında yaşayan ‘muhalifleri’ bir araya getirmek dışında, Suriye’de belirleyici bir rol oynamadı. Üst düzey bir yetkilinin hayal kırıklığı içinde belirttiği gibi ‘Bugüne kadar elini taşın altına atmış değil.’
Rejim ise, başında beri dehşet bir oyun planı yaptı. Esad, Suriye’de değişim talebini, aynı 2009’da İranlıların yaptığı gibi, kanlı bir biçimde bastırarak iktidarı elinde tutacağı hesabını yaptı. Aradan geçen 21 ayda olay tam bir iç savaşa evrildi.
Bu yüzden 2013’de bizi zor günler bekliyor.
Rejimin tek şansı, muhaliflere havadan saldırmak. Esad, elinde kalan uçaklarla sınır boylarındaki kentlere ve muhaliflere saldırırken, kullandığı Scud füzeleri ve primitif bombaların Akçakale ve Ceylanpınar’a isabet etme ihtimali yüksek.
İkinci risk, Suriye’de yaşanan radikalleşme. Dünyanın kendilerine sırtını döndüğünü gören Suriyeliler, her geçen gün radikalleşiyor. El Kaide benzeri aşırı gruplar da, Suriye’ye bol bol imam ve savaşçı göndererek halkı ayartmaya çalışıyor. Türkiye, yanı başında bir Afganistanyaratılmasından endişeli.
Bir diğer sıkıntı, ucu açık istikrarsızlık. Rejim bugün devrilse bile, istikrar kolay gelmeyecek. Silahlı grupların bini bir para. ‘Muhalifler’ tek ses, tek vücut değil. Aralarında işkencelere dayanamayıp silaha sarılan öğrenciler de var, köyünü savunan marangozlar da; el-Kaide süzgecinden geçmiş global ”cihadistler” de var. Beşar bugün gitse bile, Suriye bir kaç yıl rulmayacak.
Ayrıca Türkiye sınırındaki muhaliflerle PKK’nın Suriye kolu PYD arasındaki çatışmaların yeniden alevleneceği görmek için müneccim olmaya gerek yok.
Bütün bunları alt alta koyunca, halihazırda 200 bine yaklaşan Suriyeli mülteci sayısının 2013 yılı içinde 400 bin çıkması, sürpriz olmayacak.
Siz hala Avrupa Birliği hayali kurun. Orta Doğu kapıdan, bacadan, pencereden içeri dalmış vaziyette. Suriye meselesinden, Suriyelilerden isteseniz de kurtulamazsınız. Bari 500 yıl birlikte yaşadığımız komşularımızı, bağrımıza basalım...

DÜNYADA YILIN ADAMI

MEHMET TEZ YAZDI/mehmet.tez@milliyet.com.tr

Felix Baumgartner

Yeni ‘rekor’ denemesi:
Pilot olup evlenmek!

Korkusuz lakaplı uçan adam Felix Baumgartner uzaydan atladı, ses hızını aştı ve tarihe geçti. Bundan sonraki hedefleri ise farklı


İşte yılın kare ası

Felix Baumgartner, 5 yaşındayken annesine çizdiği bu resimde kendini
uçan adam olarak resmedip 38 yıl sonraki ölümcül uçuş gösterisini öngörmüş.

Çocukluğundan bu yana tek isteği vardı. Uçmak. Bunu hayal eden ama hayatın rutini arasında üniversiteydi, işti derken bu hayalinden vazgeçen hatta çocukken neler hayal ettiğini çoktan unutan pek çok insandan farklı olarak o bunu gerçekleştirdi. Gerçekleştirirken de insan vücudunun sınırlarını zorladı. Bilime ve uzaya dair çalışmalara katkıda bulundu. Korkusuz Felix lakabını aldı.
(Kıssadan hisse hayal dediğiniz öyle kolay gerçekleşmiyor, peşinden koşup zorlamak lazım. Hayal piş, ağzıma düş yok.)
Felix hayli zorlamış, o kesin. 36 kilometreden dünyaya atladı ve tarihin en yüksek serbest düşüşünü gerçekleştirdi. Bunu yaparken ses hızını aştı. O bu gezegende hayalini gerçekleştirmeyi en fazla hak etmiş insan olabilir. Avusturya Alpleri bugüne kadar pek çok dağcı yetiştirdi. Ama yükseklerde dolanan bu adamların ayakları yere basıyordu. Baumgartner onlardan farklı. O da bu yörenin çocuğu ama uçmayı sevdiğinden paraşütle atlamayı, serbest düşüşle ilgilenmeyi seçti.
Ve bunu yapmak için pek vakit de kaybetmedi. İlk atlayışını 16 yaşında yaptı. Avusturya yasalarında göre atlayabileceği en erken yaş bu. Kısaca şöyle diyebiliriz, yaşı tutar tutmaz koşarak uçağa binmiş ve aşağı atlamış Baumgartner.
Orduya katılması da aynı yıllarda. Buraya girmesinin nedeni biraz da paraşüt yapma fırsatı bulması. Beş yıl boyunca paraşüt gösteri takımında yer alması onun kariyerinde önemli. Bu konudaki yeteneklerini buradaki hocalarına ve çalışmalarına borçlu.
Dünyanın en yüksek binası Taipei 101’den base jump yapmak, Rio De Janeiro’daki İsa heykelinin bulunduğu Corcovado tepesinden atlamak bunlar daha önce yapılmamış şeylerdi. Baumgartner bunların ötesine geçip özel bir kıyafetle kanatlı uçuş gerçekleştirdi ve Manş denizini uçarak geçti. Red Bull sponsorluğunda yürüttüğü bu seri uzaydan atlayış ile zirve yaptı ve sonlandı.
Baumgartner’ın lakabı korkusuz ama aslında kendisi bu tip lakaplara, ünvanlara sinir olduğunu söylüyor. Adrenalin bağımlısı, çılgın, macera tutkunu falan olmadığını, bu işi bilimsel bir şekilde yaptıklarını anlatıyor hep verdiği röportajlarda. Hiçbir konuda işi şansa bırakmıyor, her atlayışa büyük bir dikkatle hazırlanıyor. Hatta işin bu kısmını da en az kendisi kadar sevdiğini söylüyor.

İşte yılın kare ası

‘Uçmak için doğmuş’ dövmesi
Ama yine de kendini havada, yerdekinden daha rahat ve evinde gibi hissettiğini saklamıyor. İsviçre-ABD ve gökyüzü arasında geçen bir hayatı var. Kolundaki dövmede “Born to Fly” yani “uçmak için doğmuş” yazıyor. Başkasının kolunda olsa muhtemelen sıradan ve rüküş durabilecek bu laflar onu kolunda anlam kazanıyor. Kıyafeti “taşıyabilmek”, kimi “ünlü”lerin lisanında olduğu gibi “birini taşıyabilmek” gibi dövmeyi taşıyabilmek diye bir şey de var hayatta.
Baumgartner uçmak için doğmuş olabilir ama işin içinde ölmek de var, fani dünya. Bunu biliyordu. Yaptığı atlayışta sağ kalma şansı kimi uzmanlara göre yarı yarıyaydı. İşte bu noktada hazırlıkların öneminden bahsediyor Baumgartner. İyi hazırlandığı için kendinden emin çıkıyor 36 km yükseğe. Ve elbette şunu itiraf etmekten de kaçınmıyor: “Oradayken rekoru falan düşünmüyordum. Tek düşündüğüm aşağı sağ olarak inmekti.”
Uzaydan dünyaya serbest atlayış yapan bir adam hayatta bundan sonra ne yapmak ister diye düşünmüyor musunuz? Ben düşünüyorum. Yanıtını arşivleri tararken Guardian’da buldum. Helikopter pilotu olmak istiyormuş bundan sonra. İyi geliri olan sağlam bir iş diyor. Zamanında pilotluk dersleri pahalı olduğundan alamamış. Eh artık hem zamanı hem parası var.

Daha da atlamam
Bu atlama sırasında ses hızını aşarken “Bu öyle ya da böyle son rekor denemem” diye düşündüğünü söylüyor. Daha da atlamam demiş yani Baumgartner içinden. Daha sonra kendisine sorulan “Diyelim kız arkadaşının ailesiyle tanışıyorsun ve sana ne iş yaptığını sordular, ne cevap verirsin” şeklindeki soruya “Doğruyu söylerim ama bundan sonra problem yok çünkü bu tip şeyler bitti” yanıtını vermesi de ondan. “Ayrıca kız arkadaşımın bunlarla bi problemi yok” diye de eklemiş.
Baumgartner Avusturya güzeli, eski model 26 yaşındaki Nicole Oetl ile birlikte. İsviçre’de yaşıyorlar. Baumgartner “artık maceralı hayat bitti gönül rahatlığıyla evlenebilirim” diyor. Bu cümleden pek çok sonuç çıkardım. Bir. Evlilik macerasız bir oluşum. Macera varken evlilik yok, evlilik varken macera yok. İki. Uzaydan bile atlasan bir noktada evinin erkeği olman lazım. Felix’in emeklilik planı da helikopter pilotu olup evlenmek. Üç çocuk da yaparsa şirin bir sokağa adını veririz Felix’in örnek insan olarak.