26.11.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:
0
2006 NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜ'NÜ KAZANAN ORHAN PAMUK, TÖREN ÖNCESİ DUYGULARINI MİLLİYET'E ANLATTI Ev dediği, üniversitenin kendisine verdiği daire. Columbia'nın rektörü, İstanbul'daki evinin manzarasını görünce jest yapmış Pamuk'a; diğer profesörleri imrendirecek türden bir Manhattan manzarası sunmuş. Bu şehir, bu fareli kampus Pamuk için tanıdık. 21 yıl önce, o zamanki eşi Columbia'da doktora yaparken, kendi deyişiyle "karısının kocası" olarak yaşadığı yerler. Şimdi, rektör dahil üniversitedeki herkese, "Burada en eskiniz benim" deyip gülüyormuş. Birlikte yürürken, az ötedeki bir binanın ışıklı pencerelerini tarıyor gözü: "Kara Kitap'ın büyük bölümünü orada yazdım." New Yorklu bir fare, yanından geçenlere aldırmadan atıştırıyor. Orhan Pamuk'un Columbia Üniversitesi'ndeki yazıhanesinden çıkıp kasımın erkenci akşamında yürüyoruz. "Aaa, fare. Korkar mısınız?" diye soruyor Pamuk, "Bakın ileride bir tane daha var. Burada fare çok, evde de çıktı." Bu kez, yalnız ve hayatında yazarlık dışındaki ilk ve tek işi olan hocalık için geldiği New York'ta, bomboş bir daireyi, çarşafından tabağına, bu işleri hep annesinin ve eşinin yardımıyla halletmiş birinin acemiliğiyle, bıçaklarla ellerini kesip kan ter içinde kalarak döşemiş. Tam "Nihayet masamı hazırladım, yarın sabah yazacağım" dediği gece, müjdeli telefon uyandırmış onu. Orhan Pamuk'la, 1.5 saati teybe kayıtlı, toplam 4.5 saatlik sohbetimiz, işte hep o telefon sonrasına ilişkin. Uzun uzun Nobel sonrası edebi ufkunu, yazmakta olduğu Masumiyet Müzesi romanını, ödül töreninde yapacağı konuşmayı, dünya edebiyatına ve yazarlarına bakışını, Türkçeyle, çeviriyle, gelenekle ve deneysellikle ilişkisini konuşuyoruz. Öncelikle bir roman tutkununun, bir Pamuk okurunun sorularını soruyorum ona. Galiba onun da asıl önemsediği sorular bunlar. Ama bir noktada, Nobel'in Türkiye'de yarattığı hazım güçlüğüne de geliyor söz. Müjdeli telefondan sonra 'Yazmak beni kurtarır' - Şimdi Nobel ödülünü aldım; daha önceden bir dava oldu; son 10-15 yıl pek çok siyasi durum içinde oldum. Bunlar beni psikolojik olarak yordu. Bütün bunların yoğunluğu, yazı yazarken masama da kötü bir rüzgâr olarak arada bir geliyor gidiyor. Ama zaten ben yazar olmayı günlük hayattaki bu sıkıntılardan, dertlerden uzaklaşmak için seçtim. Bu tür şeylerin hiçbiri olmasa diye de düşünüyor insan. Tabii, bunlar kaçınılmaz. Ama bende kendimi koruma mekanizması da var. Ben romanı zaten o yüzden, rüzgârlar beni etkilemesin diye yazıyorum. Ben kendime ikinci bir âlem kurayım, orada yaşayayım ki, hayattaki zorluklar, sıkıntılar, yazdığım hayal dünyasına girmesin. Yazdığım romanlarda sıkıntılar, dertler var, ama roman yazmak beni kurtarır. Hayatta buhranlı zamanlarımda, ne bileyim, eşimden ayrılırken falan, ben sabahleyin, soğuk duş alıp masama oturarak kendimi korumuş biriyim. "Git yaz, dertlerden kurtulursun. Onların geçici olduğunu anlarsın" felsefesi ile ya da içgüdüsüyle yaşamış biriyim. Evet, dertler var ve bitmiyor. Ya da "Nobel ödülü de dert mi, sen sevin" diyeceksiniz... İstanbul kitabınız, tıpatıp aynınız bir başka Orhan'ın, bir başka evde yaşadığına olan inancınızla başlar. Şimdi de bir yerlerde Nobel'i almamış, siyasi tartışmaların odağı haline gelmemiş, bütün bu heyecanı yaşamayan bir Orhan Pamuk var mı? 'Türk okurla arama girmeye çalışıyorlar' - Aynen öyle düşünüyorum, öyle düşünmeye devam ediyorum. Her yazar kendi ülkesinde, hele dilini kullandığı ülkede sevilmek ister. Ben ülkemde sevilmek isterim tabii ki. Türkiye'yi, Türk devletini eleştirebilirim, ama kalbim Türkiye'de yaşayan herkesle birliktedir. Kitaplarım Türkçe, bütün Türk kültürü üzerine kurulmuştur. Şimdi diyebilirsiniz ki, "Eh, biraz dertler var senin için Orhan." Var, ama bunun sorumlusu ben değilim. Ben Türkiye'deki demokrasi azlığına, Türkiye'deki şu veya bu konuya dikkat çekmek için konuşuyorum. Bunlar abartılıyor. Benimle Türk okurları arasına girilmeye çalışılıyor. 32 yıldır yazarlık yapıyorum. En sonunda, yazar olmak demek, önce yazdığınız dilde, yaşadığınız ülkede sevilmek demek. Sevilmezseniz, siz yoksunuz yani. Ama öte yandan, yazar olmak demek de, beni sevsinler diye, herkes, ne bileyim ben, gül seviyorsa, sabahtan akşama kadar da onu övmek değil...Yazar olarak hem kendi kimliğinizi, kişiliğinizi koruyacaksınız, hem de sevileceksiniz ki kendi kimliğinizle ifade ettiğiniz düşünceler de kabul edilsin. Ama, işin en sonunda yaşadığınız kültüre, ülkeye bağlılık, o ülkenin değerleriyle birlikte yaşamak vardır. 32 yıldır Türkiye'de yazıyorum. 32 yıldır, önce Türk okuru tarafından sevilmek istiyorum. Bunu da büyük ölçüde başardığımı düşünüyorum. Evet, şimdi bazıları kızıyorlar ve bazıları da kıskançlık yapıyor. "Bunların sözlerine inanmayınız" demek isterdim. Benim hakkımdaki kampanyaya, şunu dedi, bunu dedi, bunlara kulak asmayın. Bunlar doğru değil. Ben bütün bu kültürün içinde, bu tarihin içinde balık gibi yaşıyorum. Geçen yıl, ABD'nin önemli edebiyat dergisi Granta'da, sizi İngilizceye çeviren ve iyi tanıyan Maureen Freely ile söyleşinizde, "Hiçbir yazar kendi halkının sevgisini, saygısını, ilgisini kaybetmek istemez" demiştiniz... 'Türk insanını kırmam' - Hayır, taşımıyorum. Bu kaygıyı taşıyacak bir şeyi de yapmam, onu da yapmak yanlış olur. Türkiye'de yaşayan herkes, benim bazen sert de olsa devlete yönelik eleştirel yorumlarım olduğunu biliyor. Ama bir yazar en sonunda yaşadığı millete seslenir. Milletin kalbini kırmak istemezsiniz. Böyle bir şey söz konusu da değil. Söylediklerinizin veya sizi eleştirenlerin yazdıkları sonucunda Türkiye'de okurun ilgisini, sevgisini kaybettiğiniz, okurla iletişiminizde kopukluk olduğu, Türk insanını kırdığınız gibi bir kaygı taşıyor musunuz? 'Onlar için Nobel bir vesile' - Bir kampanyalar oluyor, bir böyle son derece duygusal tepkiler oluyor, bir de ben 20 yıldır ağzımla kuş tutsam, "O kuş değildir böcektir" diyen insanlar var. Onlar hiç bitmeyecek. Ben 100 yıl yaşayayım, inşallah onlar da 100 yıl yaşasın. Onlar da aynı makamla, aynı nakaratla şarkılarına devam edecekler. Onlar için Nobel bir vesile. Ama onların, üç beş kişinin lafını bütün bir Türkiye'deki tepki olarak göstermek yanlış. Türkiye'de kitaplarım Nobel ödülünden sonra her ülkede olduğu gibi aşırı derecede satıyor. Üzerinde fazla duracağım bir durum da yok. Ödülden sonra, Radikal'de Yıldırım Türker'in "Türk'ün Nobel'le imtihanı" dediği sürece, yaşanan ayrışmaya şaşırdınız mı? - Önce Abdullah Gül'le konuştuk. Onunla güzel konuştuk. Ona hepimizin aynı gemide olduğunu, Türkiye gemisinde olduğunu, hepimizin bu geminin selametle ilerlemesini istediğimizi, ben gemide yolcuyum, aslında onlar yönetiyor gemiyi anlamında söyledim. Sonra Başbakan Tayyip Erdoğan aradı. O da tatlı sözler söyledi, "Tebrik ederim" dedi. Duyguluydu. Bunları da normal karşılıyorum. Ama illa ki herkesin de tebrik etmesi gerekmez. Ben bir sivil yazarım. Devletten onay almam gerekmez. Ben kendi bildiğim gibi takılırım. Benim için tek bir ilke vardır. Devletin bana iyi gözle bakması hoşuma gider, ama benim için tek bir ilke vardır. Elimi vicdanıma koyarım, dilediğim gibi, inandığım gibi yalnızca kalbimden geçeni söylerim. Devlet onay verirse çok sevinirim. Devletin vazifesi benim fikrime katılmak da değildir. Ama demokratik modern bir devlette, devletin vazifesi o ülkedeki yazara bir ortam hazırlamaktır. Devlet yazarlara ne yapacağını söylemez ya da devlet beğenmediği şeyi yazan yazarı hapse atmaz. Sizi tebrik edenler arasında hükümet de vardı. Sanırım nazik ve sıcak bir tepki aldınız... 'Bu adamlar 20 yıldır bana karşı' - Bu ödülden sonra kitaplarımın hepsi beşer altışar yeni basım yaptı. Pek çok yeni kitap sattı, satılmaya da devam ediyor. Bir gizleme çabası olduğunu söylemem yanlış olur. Ama bir politik durumun içine düşmüş olduğum doğru. Bir de şöyle bir şey var: İşte, şu karşı çıktı, bu karşı çıktı. Eh, o adamlar bana 20 yıldır karşı çıkarlar. Saçma, doğru olmayan, ayıp, yok "Yahudi", yok "çok reklam yaptı yoksa kötü bir yazar." Bu insanlar bu eleştirel laflarını 20 yıldır söylüyorlar. Nobel'de ya da yarın gene bir başka şeyde söylemeye devam edecekler. Ben de onlara her seferinde cevap yetiştirmek istemiyorum. Kampanya yapıyorlar, gazetelere yalan haber yazıyorlar zaman zaman. Bunlara biraz daha yukarıdan bakmak, onların da Türkiye'nin bir parçası olduğunu söyleyerek geçmek istiyorum. New York'un ve dünyanın en büyük kitapçılarından Strand'de, inceleme alanında İstanbul, edebiyatta da Benim Adım Kırmızı ile, her iki "en çok satanlar" listesinde de olduğunuzu, tutkulu bir okurunuz olan babama anlatırken, o da bana Ankara'nın büyük bir kitapçısında hiçbir kitabınızı görememekten yakınıyor. Kitaplarınızı tezgâh altına koyma eğilimi mi başladı Türkiye'de? YARIN: "Babamın bir bavulu vardı" Orhan Pamuk, Nobel konuşmasında ne diyecek? Ödülden sonra, Pamuk'a en sıcak ilgiyi kimler gösterdi? Pamuk'a kalsa Nobel'i kimlere verirdi?