07.04.2024 - 06:46 | Son Güncellenme:
Hasan Mert Kaya - KAYIP İZLER ATLASI / Tam içinden dünyanın en etkileyici su yollarından biri olan Boğaziçi geçen, Marmara ve Karadeniz’de uzun sahilleri olan, adaları ve Haliç’i ile İstanbul aslında tam bir deniz şehri.
Boğaziçi’nin yabancı dillerde Bosphorus olan adının kelime anlamı “İnek, sığır geçidi”. Bu isim aslında mitolojik bir efsaneye, Zeus ile bir ölümlü olan İo’nun yasak aşkına dayanıyor. Kentte antik dönemde basılan bir gümüş para üzerinde yunus balığı üzerinde yer alan inek tasviri bu efsaneyi anlatır. Coğrafyacı Strabon “Karadeniz’den gelen palamut sürülerinin Kız Kulesi önlerinde karşılarına çıkan beyaz bir kaya kütlesinden ürküp, akıntının da etkisiyle Haliç’e doluştuğunu ve halkın kıyılardan sepetlerle zahmetsizde balık topladığından söz eder.
Denize girmek ayıptı
Strabon’un bu rivayeti de İstanbul’un Roma döneminde basılan bronz bir parasında yer verilen palamut balıklarıyla somutlaşır. Antik dönemlerde deniz İstanbul kent kültüründe son derece önemliydi ve hayatın olağan akışı içerisinde yoğun biçimde değerlendiriliyordu. Ancak Osmanlı dönemi İstanbul’unda sahillere inşa edilen yalıların dışında deniz şehir sakinlerinin nadiren ulaşım için kullandıkları bir araç olmanın çok ötesinde değildi.
Osmanlı kent kültüründe denize girmek, denizde yüzerek eğlenmek, sahilde güneşlenmek gibi etkinlikler halkın avam kısmının yapacağı işler arasında görülür ve pek uygun bulunmazdı. Günümüzdeki güzellik anlayışını tarifleyen zayıf vücut yapısı o dönemde fakirlik alameti, güneşte bronzlaşmak ise çirkinlik olarak kabul ediliyordu. Beyaz tenli ve toplu olmak güzellik için olmazsa olmazdı. Öte yandan sahil kesimlerinde özellikle çocukların yaz mevsimindeki en önemli eğlencesi de denizdi. Osmanlı donanması da bünyesinde bulunan denizcilerin yüzme bilmesine önem verirdi. Kökleri bozkır ve kara toplumu olma özellikleri taşısa da Osmanlı toplumu zaman içerisinde denizle sınırlı da olsa bir ilişki geliştirmişti.
Deniz Hamamları
Kıyıdan tahta bir iskele ile açığa doğru uzanan, deniz tabanına sabitlenen ahşap kazıklar üzerinde oluşturulan kapalı mekanlarda ızgara formunda alanlar oluşturulan yerlerdi deniz hamamları. Kadınların bu kapalı mekanlardan dışarı çıkması kesinlikle yasaktı. Deniz hamamları 19.yüzyılda sayılarını artırmakla beraber geçmişi çok daha öncesine dayanıyordu. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Haliç’te Eyüp civarı başta olmak üzere yapılmış deniz hamamlarından, buralarda şehir halkının nasıl eğlendiğinden etraflıca söz edilir. Ancak deniz hamamları ya da deniz banyoları eğlenceden çok, tuzlu deniz suyunun çeşitli hastalıklara şifa olacağı düşüncesiyle kullanılırdı. İstanbul’un Anadolu yakasında Paşabahçe, Beylerbeyi Havuzbaşı İskelesi, Üsküdar Mumhane İskelesi, Salacak, Kadıköy, Moda, Fenerbahçe deniz hamamlarının sık olduğu yerlerdendi. Büyükdere, Tarabya, Bebek, Kuruçeşme, Ortaköy, Beşiktaş, Kabataş, Salı Pazarı, Makriköy (Bakırköy) ve Ayasofya sahilinde de deniz hamamları vardı. Buraların yapılıp işetilmesi, belediyenin alacağı harçlar, kadın ve erkeklerin günün hangi saatlerinde faydalanacakları yapılan resmi düzenlemelerle belirleniyordu. Kadın ve erkekler için birbirine yakın yerlerde yapılan deniz hamamları arasındaki mesafeye de çok özen gösterilir ve kadınlar hamamındaki seslerin erkekler hamamından işitilmeyecek kadar uzaklıkta olmasına dikkat edilirdi. Deniz hamamlarındaki görevliler kadın deniz hamamlarına erkeklerin sandalla yaklaşmasına engel olurdu.
Cumhuriyet dönemi gazetelerinden Tan’ın 9 Ağustos 1941 sayılı nüshasında yazar Fikret Adil deniz hamamlarından söz ederken “Hamamlardan dışarı çıkmak kadınlar için katiyen yasaktı. Zaten yüzme bilen kadın yok gibi bir şeydi, bilenler kurbağalama veya yan yüzerler, havuz içinde dört dönerlerdi. Erkeklerden dışarı açılanlar nadirdi. Havuzun kazıkları aralarından süzülerek veya denizin sathına kadar tahta perde altından dalarak geçerlerdi. Fakat tanınmış kimseler olmaları şarttı, yoksa etraftan bağrışmalar olur, deniz hamamcısına polis ceza yazardı. En makbul yüzme çift kulaç, en makbul atlama çömlek kırma idi” der.
Plajlar ortaya çıkıyor
İstanbul’un işgal yıllarında Tarabya ve Florya’da açılan deniz hamamlarında kadın ve erkeklerin bir arada karışık denize girdikleri haberleri şehri oldukça karıştırmıştı. Bir taraftan yasal ve meşru olan çok eşliliğin yasaklanmasına çalışılırken, diğer taraftan kadın ve erkeklerin yarı çıplak bir arada yüzmelerine ses çıkarılmaması fuhşa teşvik, ahlaksızlık ve dönem hükümetinin acizliği olarak görülüyordu.
İstanbul’da deniz hamamları dışında bugünkü haliyle bilinen ilk plaj işletmeleri Bolşevik Devrimi’nden kaçarak İstanbul’a gelen Beyaz Ruslar tarafından kuruldu. Kuşkusuz en rağbet gören plaj Florya’daydı. Hatta Beyaz Ruslar gelene kadar semtin adı olan Flurya, onların bozuk telaffuzu ile Florya’ya dönüştü ki günümüze de bu haliyle geldi semtin ismi. İstanbul’daki Rus, Fransız ve İngilizlerin boğazda Tarabya’da açıktan ve kadın erkek bir arada denize girmeleri kısa zamanda şehir halkı tarafından da örnek alınıp benimsendi. Bu durum kapalı mekanlarıyla ayrışan deniz hamamlarının da azalmasına ve birbiri ardında yeni plajlar açılmasına yol açtı.
Son deniz hamamları da 1970 yılında gelindiğinde kapandı ve şehrin geçmiş hafızasına ait bir detay oldu. İstanbul’un 1940’lı yıllarda oldukça popüler olan ve 1980’li yıllara kadar gelen plajları arasında Süreyya, Moda, Fenerbahçe, Suadiye, Caddebostan, Salacak, Beyaz Park, Altınkum, Küçüksu, Florya plajları ilk akla gelenler. İstanbul deniz bakımından sahip olduğu potansiyeli çok az kullanıyor.
Gelişen alt yapı ağıyla İstanbul’un giderek daha temiz denizlere ve su sporları başta olmak üzere denizle daha yoğun bir ilişki kurması dileğiyle.