14.07.2015 - 02:30 | Son Güncellenme:
NİL KURAL
Alman sinemasının yıldız yönetmenlerinden Christian Petzold, ‘Yella’, ‘Barbara’ gibi filmlerin yer aldığı güçlü filmografisine ‘Phoenix’i (Yüzündeki Sır) de ekleyerek kariyerinde yeni bir adım attı. Başrolünde Petzold’un gözde oyuncusu Nina Hoss’un bulunduğu film, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında geçiyor. Hoss’un canlandırdığı Nelly, Auschwitz’den sağ kurtulup kocası Johnny’i bulmak için Berlin’e dönüyor. Bu yıl İstanbul Film Festivali sırasında bir araya geldiğimiz Petzold’la 10 Temmuz’da Türkiye’de vizyona giren filmi ‘Phoenix’i konuştuk.
Savaştan sonra eski hayatına dönmeye çalışan bir Yahudi’nin hikayesini seçmenizin nedeni neydi?
Almanya’da sinemayla uğraşıyorsanız 16 - 17 yaşından itibaren çok sayıda eski film izlersiniz. Almanların 1933’e kadar harika filmleri var ama 1945-1965 arasındaki her film çok kötü. Naziler yok ettiği için savaştan sonra sinema kültürü kalmıyor. Beni şaşırtan Naziler hakkında birçok film olmasına rağmen hayatta kalanlar hakkında film çekilmemesiydi. Oysa bütün hikâyeler eve dönüş yolculuğuyla ilgilidir, mesela ‘Ulysses’. Buradan yola çıkarsak savaşta hayatta kalanların hikâyesi de eve dönmekle ilgili olmalı. Nitekim ABD’lilerin Vietnam’dan eve dönenlerle ilgili filmleri var. Almanların bu tür filmlerinin olmama nedeni suçlu olmaları. Kimse hayatta kalanlarla ilgili bir şey duymak istemiyor çünkü suçu hatırlatıyor. Almanya’daki yaramız bu.
Film Almanya’da nasıl karşılandı?
‘Barbara’ Almanya’da çok beğenildi. Çünkü herkes komünizmden nefret ediyor diye özetlenebilir. Ancak ‘Phoenix’ yerildi. Tarihimizde büyük bir boşluk var kimse bundan hoşlanmadı. Fransa veya Kanada’da bu şekilde karşılanmadı ama Almanya’da tartışıldı. Hayatımda ilk kez kendimi tartışmaların ortasında buldum. Filozof ve yazar Jean Amery’nin bir kitabını okudum. Auschwitz’den kurtulan Amery, Münih, Berlin ve Hannover gibi Alman şehirlerini ziyaret ettiğinde kimsenin ona neler yaşadığını sormadığını anlatıyor. Kendi anlatmaya çalıştığında da kimsenin dinlemediğini. Yani bir tür hayalet gibi ve hayaletler benim ilgimi çeker. Sinema hayaletleri sever.
Sizce neden tartışma yarattı?
Sadece Almanya değil, tüm dünya Adolf Hitler’i görmeye bayılıyor. Alman klişeleri, üniformalar, faşistlerdeki komedi öğeleri... Faşistler saldırgan, vahşi ve dehşet saçıyorlar ama hafif bir espri de içeriyorlar, değil mi? Almanlar da Nazilerle ilgili filmler çekiyor, hayatta kalanlar veya kurbanlarla ilgili değil. Neredeyse Naziler kurban oldu. ‘Der Untergang’daki (Çöküş) Parkinsonlu Hitler mesela. Tuhaf değil mi? Milyonlarca insan öldü, milyonlarca insan etkilendi ve sürekli Nazilerle ilgili filmler karşımıza çıkıyor ve bundan hiç hoşlanmıyorum.
Filmin finaline doğru gerilim gitgide artıyor. Bu etkiyi nasıl sağladınız?
Bu kez filmi kronolojik olarak çekmeye karar verdim. Çekerken, son 15 dakikada ne kadar çok son var diye düşündük. Birçok olasılık vardı. Ancak Auschwitz hikayelerini başka hikayeler gibi anlatamazsınız. Auschwitz bir hikaye değil, zifiri karanlık ve nihilizm. Klasik sonlar yeterli olmazdı. Final ahlaki bir karardı ve üzerine 5-6 saat konuştuk. Kameramanımız Nelly giderken ona odaklayım diye sordu. “Hayır” dedim, “Odağı onda tutmak da bağımsızlığını yok eder, bizi, sinemacıları bırakıp gidiyor ve bu şekilde gitmeli”.
‘Manifesto yerine kek yemeyi seçtik’
Christoph Hochhausler, Thomas Arslan ve Angela Schanelec gibi yönetmenlerle Yeni Berlin Okulu olarak anılıyorsunuz. Bu etiket hakkında ne düşünüyorsunuz?
Etiket bence yanlış değil. Birbirimizle konuşuyoruz, filmlerimiz de birbirleriyle konuşuyor. Elimizde bu etiketin altını doldurmak için tarihi bir fırsat geçmişti. Manifesto yazabilir, dünyanın altını üstüne getirebilirdik ama güçle ilgilenmiyoruz. Bunun yerine bir araya gelince kek yemeyi tercih ettik. Tarihi bir fırsatı kek için kaçırdık.
‘Hem çok sevip hem nefret ediyorum’
‘Phoenix’, Alfred Hitchcock’un ‘Vertigo’sunu akla getiriyor. ‘Vertigo’ sizin için ilham kaynağı mıydı?
Evet, elbette. Sürekli izlediğim bir film. Bazen çok seviyor bazen nefret ediyorum. Çok ilginç çünkü başrolündeki Kim Novak laboratuvar ürünü. Bütün yönetmenler Marilyn Monroe ile çalışmak istiyorlar. Universal’da Monroe ile sözleşmeleri yok ama Kim Novak’tan Monroe yaratmaya çalışıyorlar. Novak, stüdyolar tarafından yaratılmış bir kadınken, ‘Vertigo’da erkekler tarafından yaratılmış bir kadını canlandırıyor. Bence filmde kameralar onu çektiğinde kendisini canlandırdığını biliyor. Harun’a (Farocki) dedim ki, “Bunu terse çevirelim Nelly’nin Johnny ile zaman geçirirken, ben kendi oyunumu ve filmimi kontrol ediyorum diye düşündüğü, diğer bir deyişle Kim Novak olmadığı anı yakalamalıyız.” Bu filmi, bu yüzden çektim. İşte bu dönüm noktası için.