01.08.2022 - 18:47 | Son Güncellenme:
YASEMİN ŞENER- Mimar- Beylikdüzü Fatma Ana Cemevi ve Kültür Merkezi projesi ile 2022 yılı Mimarlar Odası 18. Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri’nde, Yapı Dalı’nda “Ulusal Mimarlık Ödülü”nü ve Türk Serbest Mimarlar Derneği'nin düzenlediği 14. Mimarlık Ödülleri'nde “Yapı Ödülü”nü alma başarısını gösteren, ardından 13. Arkitera Genç Mimar Ödülü’nün de sahibi olan 9016 Mimarlık kurucuları Bilge Altuğ ve Mehmet Metin Polat ile mimarlık kariyerlerindeki başarılı yolculuklarını konuştuk.
YASEMİN ŞENER: Mimarlık mesleğine nasıl adım attınız? Sizi bu alana yönlendiren etkenler ya da kişiler hangileriydi?
MEHMET METİN POLAT: 2003 yılında Kadıköy Anadolu Lisesi’nden mezun oldum. Lise döneminde mimarlığa dair ilgim olduğunu keşfetmiştim. O dönem bizim liseden mezun mimarlık eğitimi alan insanlarla karşılaştığımda mimarlığın beni cezbeden bir tarafının olduğunu hissettiğimi hatırlıyorum. Bahçeşehir Üniversitesi’nde mimarlık eğitimi alıp 2007 yılında mezun oldum. Ardından biraz mesleğin uygulama kısmını gördükten sonra 2009 yılında Bilgi Üniversitesi’nde Mimari Tasarım Yüksek Lisans programına dahil oldum. Mimarlık mesleğine karşı çok hevesli olsam da çok iyi bir öğrenci değildim açıkçası. Bu haylazlığın ürünü olarak da Bilgi’den mezun olmadım ve son kertede bırakarak mesleğe giriş yaptım.
BİLGE ALTUĞ: Lise döneminde mimarlık mesleğini çok fazla düşünmemiştim. Sınav puanım tahmin ettiğimden düşük gelince mimarlığa yöneldim ve 2002 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi’ne girdim. Bir sene hazırlık okudum. Bir yandan bu hazırlık sürecini tamamlayıp bir yandan da yeniden sınava girmeyi düşünüyordum. Belki mühendislik alanına veya başka bir dala kaymayı planlıyordum. Hazırlık sınıfında başka mimarlık öğrencileri de vardı. Onlarla olan etkileşimim sayesinde mimarlık bölümünün o kadar da kötü olmadığını düşünmeye başladım. Bir deneyeyim diye başladım bölüme ve çok sevdim. Mimarlık eğitiminde arkadaşlarınızdan da çok şey öğreniyorsunuz. Biraz şans eseri tercih ettiğim bu mesleğin bana çok uygun olduğunu anladım ve okuldan üçüncülükle mezun oldum. Dördüncü sınıfta çalışmaya başladım. O zamandan bu yana geçen 10 yıl süresince 4-5 farklı mimarlık ofisinde çalıştım. Böylece çok farklı projelerde, tipolojilerde deneyim elde etmiş oldum. Öğrenciliğimden bu yana arkadaşlarımla birlikte sürekli yarışmalara girerdik.
YŞ: Mimarlık, ülkemizdeki ezbere dayalı, mevcut lise müfredatından çok farklı, çok yönlü gelişmeyi ve çok boyutlu düşünmeyi sağlayan, farklı tipte sorgulamalar gerektiren bir eğitim dalı. Böyle bir eğitim ortamında bocaladığınız anlar oldu mu? Okulla ve hocalarınızla ilişkileriniz nasıldı?
MMP: Sorun tanımlama ve problem çözme kısmı benim için çok kıymetliydi diyebilirim. Üniversite ortamının bana iyi gelen tarafları olduğu kadar, hiç uygun olmadığını düşündüğüm tarafları da vardı. Sanırım haylazlık durumu benim için otorite ile itişme boyutunda devam etti okul yıllarında. Genel olarak iyi bir eğitim aldığımı düşünüyorum. En azından mesleği yapış biçimimin temelini iyi oluşturacak eğitimi aldığıma inanıyorum hem lisans hem de yüksek lisans evresinde.
BA: Ben aslında iyi bir öğrenciydim, hocalarımla da aram iyiydi. Yarışma katılımları da hep hocalarımızın yönlendirmeleriyle gelişen bir alışkanlıktı. Hem akademide olup hem piyasada proje üretimi yapan hocalarımızdan çok etkilendiğimi düşünüyorum. Mimarlığın sizin anlattığınız o yönü bana çok iyi geldi. Mimarlık mesleğini yapış şeklimizdeki problem çözümleri, içinde matematik de dahil pek çok bilimi barındırıyor olması beni çok etkiledi. Bu çeşitlilik sayesinde okulu ve eğitim sürecini benimsedim.
YŞ: Peki, yollarınız nasıl kesişti ve 9016 Mimarlık nasıl kuruldu?
MMP: Beraber çalışmaya başlamamız bir yarışma aracılığı ile oldu. 2011 yılındaki Truva Müzesi yarışmasına Bilge, ben, Ceyda Cihangir ve Caner Bilgin ile birlikte katılmıştık. O yıllarda küçülen veya büyüyen ekipler olarak birçok farklı kişiyle yarışma deneyimlerimiz oldu. O zamandan bugüne sabit kalan sadece ikimiz olduk o ekip içinden. Rauf Denktaş Anıt Mezarı ve Müzesi Yarışması’nda 2012 yılında birincilik almıştık. 2012-13 yıllarında bir yandan başka işlerde çalışıp, bir yandan evde yarışmalarla haşır neşir olarak ilerlettiğimiz çalışma sistemimizi işlerden ayrılıp kendimize ait bir ofis kurarak çalışmaya dönüştürdük. Önce şahıs şirketi şeklinde ilerleyip 2016 yılında 9016 Mimarlık şirketini kurarak yolculuğumuza devam ettik. 9016 adı da “RAL 9016” renk kodundan geliyor aslında. O zaman devam eden bir şantiyemizde bu rengi çok fazla kullanıyorduk. Kulağımıza isim olarak da çok iyi geldi. İsimler veya soyadlar üzerinden bir ofis adı oluşturmak istemedik.
BA: O kadar büyüyüp değişen bir ekiptik ki isimler üzerinden kurguladığımız bir ofis düzeni olsun istemedik. Belki 5 sene sonra Metin tek başına devam etmeyi tercih edecekti veya bir kişi daha aramıza katılacaktı. Dünyadaki avukatlık bürolarındaki gibi isimler üzerinden ilerlemek yerine isim daha anonim kalsın istedik.
YŞ: Genç bir mimar olarak kurulu düzen içinde çalışmanın ne tip zorluklarını yaşadınız? Bir ofisi döndürmek, ayakta tutmak kolay şeyler değil çünkü...
MMP: Benim açımdan en zor tarafı iş sürekliliğini sağlamaktı. Ekonomik anlamda sürdürülebilir olmasını sağlamak, baş etmemiz gereken en önemli kısım oldu. Kendi işini kendi yapan mimarlar olmamız sayesinde bunun üstesinden geldik diyebilirim. İstihdam sağlamanın uzun vadedeki yükü her daim taşıyabileceğimiz ebatta olmayabiliyor. Şu aşamada olduğu gibi biz bize kaldığımız zamanlar çoğunlukta olabiliyor. Bilge’nin söz ettiği gibi anonim olmak, genişleyip küçülebilmek özgürlüğü aslında bir taraftan da hiçbir zaman patron olamamaya neden oluyor. Hem kendi çalışanınız hem de patronunuz oluyorsunuz. Dezavantajları olduğu kadar, bu durum avantajlı olarak uzun vadede daha dayanıklı olmanızı, ekonomik krizlerin veya pandemi gibi zorlayıcı şartların üstesinden gelmenizi kolaylaştırabiliyor.
YŞ: Mimari yarışmalar proje üretiminizde önemli bir yere sahip. Birçok mimari proje yarışmasında önemli dereceleriniz de mevcut. Yarışma katılımlarını bir üretim biçimi olarak benimsediğinizi söyleyebilir miyiz?
BA: Tabii söyleyebiliriz. Ancak her yarışmaya da katılmıyoruz tabii. Bize çok ilginç gelen, hiç yapmadığımız bir konu olduğunda deneyim kazanmış oluyoruz. Ucunda ödül olup olmaması çok da fark etmiyor. Genç bir mimar olarak hiç kimse gelip sizi hiç tanımadan 600 bin metrekare bir projeyi teslim etmiyor. Ama siz o yarışmaya katılarak o deneyimi elde etmiş oluyorsunuz. Bu da sizi mesleki olarak birkaç adım ileri götürebiliyor. Aslında bizim yarışmalara bakış açımız tam da bu deneyimi kazanmak yönünde. Yarışmalar bir yandan işi elde etme biçimi, bir yandan da proje üretme biçimi. Bu deneyim bize uygulama projeleri çizmek, proje yönetimi gibi konularda da önemli bir altlık sağladı. Sadece yarışmacı olmak değildi amacımız. Bu yarışmanın kodları var, şu projeyi de böyle ele alalım diye yaklaşmıyoruz. Her projeyi en baştan, sanki daha önce hiç çalışılmamış bir konu gibi ele alıyoruz. Çok titizlenerek, farklı tasarımlar deneyerek üretiyoruz. Bu da yarışma yapma sürecinin bizim için oldukça uzun zaman almasına neden oluyor.
MMP: Yarışmalar çok demokratik bir iş elde etme biçimi. Özellikle de kamu yapıları için son derece adil bir şekilde, yaş veya tecrübe ayrımı gözetmeden herkesin her işe erişebilmesini sağlıyor olması çok cezbedici. Meslek ortamında konu, ölçek, tecrübe ve yaş gibi kıstasların yok sayılabildiği nadir ortamlardan biri. Tüm bu kıstaslardan bağımsız olarak işi kotarabiliyorsanız o projeyi elde edebiliyorsunuz. Genç veya çok tecrübeli olmak fark etmeksizin aslında her mimar için önemli fırsatlar sunuyor yarışmalar. Anonim kalarak, kimliğiniz biraz saklı olarak, sadece yaptığınız projenin öne çıkabildiği bir iş elde etme biçimi. Bu nedenle de tüm meslek hayatımız boyunca önemli bir yere sahip olacağını düşünüyorum.
YŞ: Beylikdüzü Fatma Ana Cemevi ve Kültür Merkezi projesi de yarışmayla elde ettiğiniz uygulanmış işlerinizden biri. Bu yarışmaya katılma kararını nasıl almıştınız?
MMP: Bu yarışma öncesinde birkaç farklı Cemevi yarışmasına katılmıştık. Cemevlerinin tipoloji olarak çok kurcalanmamış, gizli kalmış, keşfe açık bir tarafının olması benim için çok cazipti. Çok fazla inşa edilmiş yeni cemevinin olmayışı, konunun mimari anlamda çok şey söylenebilecek bir yerde durması çok cazipti. Öncelikle Gülsuyu Cemevi yarışması ile başlayıp ardından 2015 yılında Beylikdüzü Belediyesi’nin açtığı Beylikdüzü Cemevi ve Kültür Merkezi Yarışması’na katıldık. O dönem Atakurt, Bilge ve ben bir ekip oluşturarak bu yarışmaya katıldık. Proje arazisi zorlu bir araziydi açıkçası. Onunla ve tipolojinin kendi zorluklarıyla baş etmeye çalışıp birincilik ödülü elde etmeyi başardık. Yarışmanın çok iyi bir jürisi vardı. Tipolojinin cazip tarafı bu yarışmaya katılmamızın en önemli nedeniydi diyebilirim.
YŞ: Yarışmada projenizin 82 proje içinden seçilmiş olması projenin hangi niteliklerinden kaynaklanıyordu? Bu tasarımda öne çıkan ve jürinin de dikkatini çeken mimari ve kentsel değerler hakkında neler söylersiniz?
MMP: Proje arazisi üç parselin bir araya gelerek oluşturduğu bir adadan oluşuyordu: Bir park alanı, spor tesisi alanı ve kültür tesisi alanı. Ana ibadet mekanı yapabileceğimiz, tüm adanın köşesinde kalmış bir alandı. Ciddi bir eğim barındıran ve büyük kazı çalışması yapılması gereken bir alandı ve tüm bu şartlarla baş etme biçimimiz projenin öne çıkmasını sağladı. Dünyevi mekanlar ile ibadet mekanlarını bu eğimden yararlanarak birbirinden ayırdık. Bu ayrım da cemevlerinin şu andaki o kültür merkezi ve cemevi olmak üzere ikili varoluşunu hem ayıran, hem benimseyen, hem potansiyel sağlayan bir proje ortaya çıkmasını sağladı. Biraz geride duruşu, arazinin kendi potansiyellerini açığa çıkartmasına imkan vermesi, sanırım yalın bir dille, malzemeler üstünden orada bir hissiyat kurma çabamız jüri tarafından takdir edildi.
YŞ: Bir cemevi hangi fonksiyonlardan ve nasıl bir programdan oluşuyor? Bu programı ve arkasındaki felsefeyi özümsemek için nasıl bir yol almanız gerekti?
BA: Cemevleri Türkiye’de ibadethane olarak kabul edilmediği için kültür merkezi ile birlikte inşa ediliyor. O yüzden belediyeler ve kamu kurumları da yarışmaları cemevi ile birlikte kültür merkezi veya yanında aşevi fonksiyonlarıyla birlikte açıyor.
MMP: Özellikle de kentteki cemevlerinde bu zorunlu birliktelik artık çok benimsenmiş durumda. Örneklerine baktığınız zaman ibadethanelerin kültür merkezleriyle ilişkisi çok sağlam bir yerde. Belki bir mecburiyetten çıksa da bu ikili durum birbirinin çok işine işlemiş. Beylikdüzü Cemevi’nde biraz daha sosyal ve dünyevi diye nitelendirdiğim mekanlar arasında bir çok amaçlı salon, bir aşevi, bir kütüphane, derslikler ve bir fuaye bulunuyordu. İbaret mekanları ise, bir cem meydanı, ana ibadet salonu, küçük muhabbet meydanı, 12 hizmetlinin barınacağı ya da onların servis edebileceği 12 hizmetli odası, dedenin küçük bir odası ve cenaze işlerinin görüleceği ana birimlerden oluşurken program derneğin yönetiminin yer alacağı bir de ofis birimini barındırıyordu.
YŞ: Yapıda genel olarak taş ve ahşap gibi doğal malzemelerin ön planda olduğu ve malzeme kullanımının mekanlardaki fonksiyonel farklılaşmayı da vurguladığı görülüyor.
MMP: Aslında o eğime kısmen oturan ya da eğimi organize eden bazanın toprakla kurduğu ilişki, biraz ağır bir baza oluşu, hissiyat olarak taş duvarlar barındırmaya çok uygundu. En başından beri bu bizde refleks olarak gelişen bir tercihti. Ana ibadet mekanında, Alevi inancının canlıya verdiği kıymet ve canlı bir malzemenin genel ibadet mekanını oluşturuyor olması fikri bizim aklımızda olsa da bu noktaya doğru bizi yönlendiren biraz da jüri üyeleri oldu. Burada hepsinin hakkını teslim etmek gerekiyor. Daha önce belki ahşap yapıyla hiç haşır neşir olmadığımız için biraz arada durmayı tercih etmiştik. Bu yapıyı ahşap strüktürle inşa edebilir miyiz veya idare bu konuda bizim önümüzü açabilir mi tam emin değildik. O süreçte sözleşme öncesi jüriyle yapılan toplantılarda jüri üyeleri bizi bu konuda çok teşvik edip, destek oldular. Onlardan aldığımız güvenle en azından ana ibadet mekanının ahşap strüktürle inşa edilmesi konusunda biz de ısrarcı olabildik. Yaşayan bir malzemeyle o mekanı kurma fikri bizim için de çok kıymetliydi. Ekonomik olarak sürdürübilir kılmak için tüm ibadet mekanlarını ne yazık ki ahşap strüktürle kuramadık. Ama ahşap gibi görünen o kütleleri aslında brüt beton bir kirişle ya da döşemeyle ayırarak, ahşap izini de biraz taklit ederek ikisi arasında bir bütünlük sağladığımızı düşünüyorum. Üç malzemeyi de mümkün olduğunca kendi hallerine -biraz eskimeye, belki biraz yosunlanmaya- bırakarak kadim olma hissini, sanki hep oradaymışlık hissini uzun vadede verebilmeyi amaçladık.
YŞ: Projenin yapım süreci nasıldı? Uygulamada çeşitli değişiklikler, zorluklar yaşandı mı?
BA: Yarışmayı 2015 yılında kazandık. Bir yıl içinde sözleşmeyi imzalayıp uygulama çizimlerini hazırlamaya başladık. Uygulama projesinin tesliminden sonra ihaleye kadar bir süreç geçti. İhale süreci 2017 yılında başladı. Beylikdüzü projesi bizim kamu ile birlikte çalıştığımız ilk proje oldu. İhale süreçleri, gidip gelmeler, malzeme seçimleri... İhaleye çıkıp uygulama başladıktan sonra tüm seçimleri uygulayıcı ve belediye ile birlikte yeniden ele aldık. Beylikdüzü Belediyesi yarışmadaki pozitif yaklaşımını bize kontrolörlük vererek devam ettirdi. Projenin bu kadar iyi bir şekilde bitmesinin bir nedeni de herhangi bir şey değiştirilecekse hep birlikte karar verilmesi, mutlaka bizlere danışılmasıydı. Onlar da projenin çizildiği gibi bitmesini istedikleri için bence iyi bir süreç geçirdik.
MMP: İyi bir işverenimiz vardı diyebilirim. Beylikdüzü Belediyesi önümüzü çok açık bıraktı. Projenin teslim edildiği haliyle inşa edilebilmesi için imkan dahilinde ne gerekiyorsa yapıldı. Tabii ki küçük değişiklikler olsa da bunlar hep bizim de fikrimizin alındığı süreçlerdi. Genç mimarlar olarak bizim için tatmin edici, uzun ama keyifli bir süreçti.
YŞ: “Beylikdüzü Fatma Ana Cemevi ve Kültür Merkezi yapısından söz ederken “Bir Alevi ibadethanesi tasarımı için varılan bir noktadan ziyade, gelişiminin devam edeceği bu yolda bir basamak olması hedeflenmiş” ifadesini kullanıyorsunuz. Bu oldukça mütevazı bir yaklaşım bence...
MMP: Çağdaş örnekleri fazla olmayan bir tipoloji olması nedeniyle aslında mimari anlamda gelişmeye çok açık bir yapı türü. Burada en doğruyu ya da en iyiyi yaptığımızı hiçbir zaman söyleyemem. Benim için tipoloji olarak dini yapıların her zaman cezbeden bir yanı var. Ancak dini inançları zayıf bir kişi olduğum için, yapının içine girmek ve mekanı ruhani olarak hissetmek anlamında da hep eksik kaldığım bir yönü de var. Özellikle de Beylikdüzü Cemevi projesini de biraz kendi kullanıcısına alan bırakabilen ve kendi dönüşümüne imkan verebilen bir yaklaşımla ele aldık. Mümkün olan en yalın, en geri duran ve bir şey öğütlemeyen haliyle bunu yapabilir miyiz sorusuna cevap aradık. Şu an yapıyı gördüğüm zaman belki bizden, belki yükleniciden, belki idareden sebep eksik taraflarını tabii ki görüyorum. Aslında gelişimi sürecek bir tipoloji olduğu için biz sadece ara basamaklardan birinin yapılmasına dahil olduk gibi bir ifadeyi özetliyor o cümle. En yeni, en çağdaş cemevi değil belki ama kendisinden sonrakileri daha ileriye taşımak için örnek teşkil etmekti yapmayı istediğimiz şey.
YŞ: İbadethanenin kullanıcılarıyla olan ilişkisi nasıl şu anda? Bununla ilgili geri dönüşler alıyor musunuz?
MMP: Bir kez ceme katılabildik bu binada. Yakın kullanıcıları tabii ki memnun ve binayla olan ilişkileri kuvvetli diyebilirim. Açıldıktan sonra kullanıcıların özellikle iç mekanda ekledikleri şeyler oldu. Bunlar aslında olmasından kaçındığımız değil, memnun olduğumuz şeylerdi.
BA: Yapının olduğu yerde önünde bir park alanı bırakılmıştı. Küçük bir park ama çevredeki insanların çok fazla kullandığı bir yer orası. Toplumumuz genel olarak Alevi ibadethaneleri ile çok barışık olmadığı için, parka gelen çevre halkı için de bir karşılaşma, barışma, kaynaşma misyonu üstlendiğini düşünüyorum bu yapının. Aşevinin orada olması, o parka da hizmet vermesi bu karşılaşmayı güçlendiriyor. Böyle bir gözlemim var ve açıkçası bu yapının böyle bir sosyal etkileşime ön ayak olması benim çok hoşuma gidiyor. Toplum içindeki kutuplaşmalar böyle karşılaşma ve etkileşimlerle ortadan kalkıyor çünkü. Hoşgörü hepimizin de ihtiyacı olan bir şey şu anda toplumumuzda.
YŞ: Türk Serbest Mimarlar Derneği'nin jürisinin de bu tespitinizi destekleyen bir vurgusu var: “Yıllarca ötelenmiş Alevi ibadet ve kültürel etkinliklerinin şehir ölçeğinde görünür kılınması ilk defa mimari yarışma yolu ile elde edilen bir bina ile sağlanmış oldu.” Böyle bir yapının altında imzanızın olması sizin için nasıl bir anlam taşıyor?
MMP: Metrekaresi küçük olsa da Beylikdüzü Cemevi konusu, biraz politik oluşu ve kamu yapısı olması sebebiyle bizim için değeri ve önemi çok büyük bir binaydı. Konusunun ağırlığı ve bizim için zorluğu bir yana, davetkar kısmı çok çekici olsa da özellikle tasarlama, tasarımı geliştirme, uygulama projelerine dönüştürme ve inşaat kısımlarında zorlandığımız, ama işin sonunda gelişimimize büyük katkısı olan bir iş olduğunu söyleyebilirim. Hem çok şey öğrendiğimiz hem hata yaptığımız, yaptığımız hatalar ile yüzleşip onları iyileştirmek için çabaladığımız, bir kısmını başardığımız, çok iyi tarafları olduğu gibi bizim için çok ağır tarafları da olan, yorucu ama çok kıymetli, bizim için sanırım meslek hayatımız boyunca hep çok önemli bir yerde duracak olan bir bina.
YŞ: Beylikdüzü Fatma Ana Cemevi ve Kültür Merkezi projesi ile 2022 yılı Mimarlar Odası 18. Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri’nde, Yapı Dalı’nda Ulusal Mimarlık Ödülü’nü ve Türk Serbest Mimarlar Derneği'nin düzenlediği 14. Mimarlık Ödülleri'nde Yapı Ödülü'nü almaya hak kazandınız. Bu yapının kariyeriniz için önemli bir dönüm noktası olduğunu söyleyebilir miyiz?
MMP: Ödül almaya yarışmalar sebebiyle alışık olsak da tamamlanmış bir binamız ile ödül almanın diğerlerinden daha fazla bir ağırlığı, önemi ve kıymeti varmış sanırım. Hem Türk Serbest Mimarlar Derneği’nin hem Mimarlar Odası’nın ödül törenlerinde, sahneyi paylaştığımız, ödül alan diğer isimlerle bir arada olmak, eşdeğer ödüllere değer görülmek tabii ki bizim için çok kıymetli ve gurur vericiydi. Bir yandan da acaba doğru bir yolda mıyız sorusuna biraz daha olumlu yaklaşmamıza sebep veren, bizi çok şevklendiren, yaptığımız şeyi yaptığımız gibi yapmaya devam etmemiz yönünde teşvik eden, çok kıymetli, katkıları olan ödüllerdi.
YŞ: Ardından Arkitera Genç Mimar Ödülü geldi. Bu ödül sizin için nasıl bir motivasyon teşkil etti?
MMP: Arkitera Genç Mimar Ödülü çok uzun süredir takip ettiğimiz ve daha önce başvurmaya cesaret edemediğimiz bir ödüldü. Her ne kadar Beylikdüzü Cemevi aldığı ödüllerle daha çok görünür olmamızı sağlasa da bizim kişi olarak aldığımız ilk ödül olması nedeniyle çok kıymetliydi. Değer verdiğimiz ve gurur duyduğumuz ödüllerden birisi oldu.
YŞ: Türkiye’de genç mimar olmanın avantaj ve dezavantajları hakkında neler söylersiniz? Genç mimarlara ve mimarlık okuyan öğrencilere önerebileceğiniz şeyler var mı?
BA: Türkiye’de mimar olmak başlı başına zor. Türkiye’de hangi meslek alanında olursanız olun genç olmak da zor. Çünkü bizde bir yaş ayrımcılığı da var. Deneyim hep yaşta aranıyor. Genç olmak deneyimsiz olmakla bağdaştırılıyor. Ancak o deneyimi kazandırmak için de gençlerin önü açılmıyoz. İş ilanlarında beş yıl deneyimli aranır örneğin ama o deneyimi gençlerin nerede edineceği meçhuldür. Bizim mezun olduğumuz dönemle şu dönem çok farklı. Artık iş bulmak çok daha zor. Mimarlık fakültelerinin sayısı arttı, çok fazla mezun veriliyor. Bu koşullarda deneyim elde etmek kişinin bulunduğu koşulların sınırlarını biraz zorlamasıyla mümkün. Piyasanın bu koşulları, gençlerin sömürülmesiyle de sonuçlanabiliyor. Buna izin vermesinler. Herkes mezun olduğu zaman meslektaşımız oluyor. Kendilerini mimar olarak görsünler. Yeni mezun birisi de mimar olarak benim girdiğim yarışmalara girebiliyor örneğin. Kendilerini böyle görüp bunun altını nasıl doldurabileceklerine bakabilirler.
MMP: Bu konuda kimseye öğüt verebilecek bir yerde miyiz tam bilmiyorum tabii ki. Biz de elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz ama şu yapılmalı diye söyleyebileceğim kesin bir şey yok. Herkesin kendi serüveni bambaşka oluyordur diye düşünüyorum. Burada bir tek Bilge’nin söylediği şey önemli. Yani sadece mimarlık için değil, her meslek için böyle. Belki mimarlıkta o düşünsel süreç biraz daha ağır bastığı için olabilir. Genç zihnin tazeliğine ihtiyaç duyulduğu gibi bunu icra etmek için de tecrübeye ihtiyaç duyma ikilemi var. Bu tecrübeyi kazanmak için insanlar biraz da mecbur hissederek kendilerini “gönüllü stajer” adı altında sömürüye açıyorlar. Bu durum da malesef tüm sektörün gençleri ve yeni mezunları sömürüye açık olarak görmesine sebep oluyor. Tecrübe kazanmak için bila bedel çalışmak, bu sömürüye açık olmak sanırım hem mesleğin hem sektörün gelişimi için çok kötü bir nokta. Pek çok zorlukları olsa da çok keyifli, çok kıymetli ve çok kadim bir meslek mimarlık. Benim mimarlığı algılayışım aslında bunun bir ifade biçimi olduğu yönünde. Genç arkadaşlar mimarlık alanında kendilerini ifade edebilmek için kullanabilecekleri araçları geliştirebilirler. Kendinizi ne kadar iyi ifade edebiliyorsanız mimarlığı yapışınız ya da kendi becerilerinizi gösterim biçiminiz de gelişiyor diyebilirim. Bunu sadece program bilgisi olarak özetleyemeyeceğim ama genel ifade dili ile mimarlığa bakışın birbirini geliştirdiğini ve tetiklediğini düşünüyorum.
YŞ: Bir projenin tasarım süreci sizin için ne tür aşamalardan oluşuyor? Ne tür bir iş planıyla hareket ediyorsunuz?
MMP: Bizim aslında çok keskin rol ayrımlarımız yok. Herkesin her şeyin ucundan tuttuğu, ekipte kimler varsa herkesin dahil olduğu bir üretim biçimimiz var. Biraz alternatif üreterek çoktan seçmeli bir durum yaratmak; onları birbiriyle kıyaslayıp hangisinin daha iyi olduğunu görmek; farklı farklı fikirlerin fiziksel ya da sanal ortamda yan yana duruşunu görmek; onlar arasında ya da onlar üstünden yeni fikirler geliştirmek bize iyi gelen bir üretim süreci. Bir konuya dair maksimum çeşitliliği üretip onlar arasında bir değerlendirme yapmak yolundan gidiyoruz. BA Sanırım bu denemelerimize de biraz fazla titiz yaklaşıyoruz. Bir yarışma projesinde örneğin sanki uygulanacakmış gibi tüm detaylarını tasarlayıp ona göre çiziyoruz. Çizimlerimiz de tasarımlarımız da çok yoğun oluyor. Çok zaman harcamış oluyoruz. Biraz da yalın bir dilde kalmaya çalışıyoruz. Ürettiğimiz tüm seçeneklerin hepsinde yalın tarafta kalmak biraz zorluyor aslında. Orada da çok demokratik bir yöntem izliyoruz.
YŞ: Devam eden güncel işlerinizden söz edebiliriz. Şu an hangi projeler üzerinde çalışıyorsunuz?
MMP Çok yeni bir gelişme olarak, Buildner'ın düzenlediği Museum of Emotions yarışması için Demet Dinçer ile birlikte hazırladığımız projemiz "Refraction" Birinci Ödül'ü kazandı. Basit bir ihtiyaç programı olan yarışmada negatif ve pozitif duygular için birer salon istenmekteydi. Biz de duyguların değişkenliğini, bu iki salondaki yolculuktaki ara durumları da belirten, denizin ortasında bir deneyim kurguladık. Denizin nötrlüğünü kullanarak ziyaretçilerine kendi duygu durumları ile yüzleşebilecekleri, farklı bir deneyim yaşatmayı amaçladık. Bunun haricinde bir fabrika dönüşüm projesi, bir konut projesi ve birkaç yarışma projesiyle uğraşıyoruz. Şu anda ekip küçük bir halde. Bilge ve benim haricimde ihtiyaç olduğu zaman dahil olabilecek arkadaşlarımızın bulunduğu, gerekli olduğu zaman genişleyip küçülebilen bir formatta devam ediyoruz.