31.10.2022 - 01:00 | Son Güncellenme:
Yasemin Şener Mimar
Yasemin Şener Aslında Almanya’da doğdun. Ancak ilköğretim ve lise eğitimlerini Antakya’da tamamladın. Bu sosyal ve kültürel değişim kişiliğinin oluşmaya başladığı ilk yıllarda seni nasıl biçimlendirdi?
Ömer Selçuk Baz: İnsan çocukken bulunduğu coğrafyayı ve çevreyi tam anlayamıyor. Almanya’da Fransa sınırında Ren Nehri’nin sınır çizgisini çizdiği bir Alman kasabasında, Alsace - Colmar bölgesinde geçirdim çocukluğumun ilk 7 yılını. Sonrasında Antakya’ya geldim. Antakya da malum Halep, Suriye sınırında, Türkiye’nin bir çeşit uzantısı gibi, çok ilginç bir arakesitte... Hiç unutmam Alman televizyonları çok mesafeli ve çocuk programları da çok limitli olduğu için sürekli Fransa kanallarındaki çizgi filmleri izlerdim, dilini hiç bilmediğim halde. Antakya’ya geldikten sonra da Suriye kanallarındaki Arapça yayınları izlemeye başladım. Bu ikilik çok ilginç geliyor şimdi bana. Ben bu sınırda olma halini uzun yıllar boyunca bir çeşit maraz olarak düşündüm, ta ki Cezayir asıllı Fransız yazar Amin Maalouf’un yazdığı “Doğu’nun Limanları” kitabını okuyana kadar. Bunun ne kadar büyük bir çeşitlilik ve zenginlik olabileceğine dair ilk imgeler o kitapla oluşmaya başladı zihnimde. Dolayısıyla bu insan ve mekan çeşitliliği her insanı nasıl yoğuruyorsa beni de öyle yoğurdu. Coğrafya, benim de var oluşumda çok etkili oldu.
YŞ Alman ekolünün ve yaşayış biçiminin sade, pragmatik ve disiplinli tutumundan kendinde izler görüyor musun?
ÖSB Belirli bir ölçüde evet ama tam anlamıyla bir Alman gibi olduğumu da söyleyemem. Ailem hala o bölgelerde yaşıyor. Dolayısıyla sık sık gidiyorum Almanya’ya ve adımımı attığım andan itibaren o kadar kolay adapte oluyorum ki, oralıyım sanki. Ama Antakya'ya gittiğim zaman da, Bursa'ya gittiğim zaman da öyle hissediyorum. Bunlar inanılmaz farklı coğrafyalar. Almanya’nın bir etkisi var mı benim üzerimde, var. Yani bir sadelik, pragmatik düşünce, daha belirgin, keskin doğruların var ettiği bir düşünme-yapma biçimi var ama bir yandan da aşırı derecede katmanlı, çapraşık bir durum da var tıpkı Antakya gibi.
YŞ Mimarlık lisans eğitimine yönelmen bilinçli bir seçim miydi? Seni bu yönelimde etkileyen, mimar olmaya yönlendiren kişiler, durumlar, hikayeler var mı?
ÖSB Ailemde mimar yok. Ancak elle yapılan, çizilen şeylere karşı hep bir merakım vardı. Bir şeyler çizmek, yaparak bir şeyler üretmek, nesneler ve dokularla ilişkilenmek bana hep iyi geliyordu. Çok başarılı bir lise öğrencisi olduğumu da söyleyemem. Bir şekilde iç güdüsel olarak yöneldim mimarlığa. Üniversite sınavındaki tüm tercihlerim mimarlıktı. Ama o kadar kötü bir öğrenciydim ki ancak üçüncü girişimde kazanabildim sınavı. O sıralar babam “Oğlum bu üçüncüsünde de kazanamazsan gelirsin Almanya’ya demir çelik fabrikasında işçi olursun” demişti. Belki de daha iyi olurdu bilemiyorum (gülüyor). Akademik lise başarısı ile mimarlık gibi daha informal bir eğitimde sürdürülen bir başarının tam olarak birbirlerine denk gelmiyor olması çok da anormal bir şey değil bence.
YŞ Bursa Uludağ Üniversitesi’nde aldığın mimarlık eğitimini bugünden geriye doğru bakarak nasıl değerlendiriyorsun?
ÖSB Mimarlık eğitimini aldığın bölge, mekan, coğrafya, insanlar çok önemli ama ondan daha da önemli bir konu var bence: Şehrin kendisi. Bu şehir illa ki her şeyiyle mimarlıkla yoğrulmuş bir Rotterdam, bir Paris, bir Berlin olmak zorunda değil elbette. Yine de mekana dair bazı şeyleri keşfedebileceğin içerikleri üzerinde barındırıyor olması önemli. Malesef Türkiye'de bunun olabileceği kentler çok sınırlı. Bir şehir örüntüsü, belirli tarihi katmanlara ait yapılar, bunlar Bursa için çok iyi temsiliyetleri olan durumlardı. Okuldan daha önemlisi o okulun bulunduğu kent bence. Öte yandan çok genç bir üniversiteydi. Çok az öğrenci alıyordu ve heyecanlı bir akademik kadrosu vardı. Neslihan Dostoğlu o zamanlar doçentti ve o dönem Türkiye'deki mimarlık okullarında çok nadir olan bir şeyi Uludağ Üniversitesi’nde yapmayı başardı. Yani bugün tanıdığımız o dönem aktif olan hakikaten entelektüel üretim kapasitesi çok yüksek olan pek çok mimarı okula getirmeyi başardı. Dolayısıyla mimarlık okulu dediğiniz şey aslında bir çeşit ekosistemdır. Öğrencilerin, hocaların ve dışarıdan gelenlerin birlikte kurdukları, yoğunlaştırdığı bir fikirsel düzlemdir. Ve bunun kendisinin ürettiği şey de düşünsel olarak aslında mekandan öte okulun kendisidir. Bence o zaman için belki de Türkiye'deki en ilginç mimarlık okullarından, yeni ve taze ortamlarından bir tanesiydi. Ben de bundan faydalandım
YŞ Yüksek lisans için Viyana Teknik Üniversitesi’ne yönelme nedenin neydi?
ÖSB Tamamen tesadüf. Şevki Pekin okulda üçüncü sınıfta mimarlık stüdyomuza ders vermek için geldi. Çok başka birisiydi Şevki Pekin ve bir gün bana “Benim çok sevdiğim bir arkadaşım var. Viyana'da ofisi var. Sen de Almanca biliyorsun. Seni oraya staj için yollayabilirim”, dedi ve gerçekten de bir şekilde beni oraya yolladı. Orada iki buçuk aylık staj süresini geçirirken bana “Okulu bitirdiğin zaman gel, burada Viyana'da çalışır, istersen okula da gidersin” diye teklifte bulundular. Sonrasında okulu bitirince pılımı pırtımı toplayıp Viyana’ya gittim. Hem iş hayatı, daha sonrasında da yüksek lisans için üniversiteye giriş sürecim başladı. Ancak bence bu akademik bilgiyle ilişkilenme bazı bünyeler için belli bir limitte sona eriyor. Benim için de öyle oldu, özellikle de pratik hayatta mimarlık yapan bir ofiste çalışmaya başlayınca eğitimle ilişkilenme durumu çok geri planda kaldı. Çok istemeyerek gittim Viyana Teknik’e ve zaten bitiremedim okulu. Ofiste çalışmaya devam ettim, benim için çok öğretici bir deneyimdi.
YŞ Viyana’da Atelier Stelzhammer’de elde ettiğin proje deneyimi mimarlığına neler kattı?
ÖSB Eğer bende Alman pragmatizmi varsa Almanya’daki çocukluk yıllarımdan çok Avusturya'da yaşadığım bu beş senede peydahlandmıştır.. Atelier Stelzhammer, Bauhaus ekolünden gelen, müthiş çizimler yapıp mimarlığın görsel penetrasyonunu tamamen reddeden, bir çeşit perhiz ofisiydi. Daha çok sosyal projeler yapıyorlardı. Orada yavaş yavaş mimarlığın okulda öğrendiklerimden ya da mimarlıkla ilgili tahayyüllerimden ne kadar başka bir iş olduğunu anlamaya başladım. Çünkü onlar yapıyorlar. Yaparken de çok yüksek etik kodlara sıkı sıkı bağlı kalıyorlar ve hakikaten çok sert duruyorlar. Çünkü mimarlık, mekan ve onun yayılı kültürüyle çok içli dışlı olan bir coğrafyadalar, öyle bir güçleri de var. Çok yüksek bir teknik kabiliyetleri ve yapma becerileri var ve mimarın sorumluluğunun ve masada durma şeklinin ne kadar önemli olduğunu yüksek seviyede biliyorlar. Oraya giderken mimarlığın ben daha böyle “zıpır” bir iş olduğunu düşünüyordum; oradan çıkarken ise ne kadar ciddi ve önemli, insanların hayatını değiştirebilecek, teknik yanı çok güçlü bir iş olduğunu öğrenerek çıktım. Ve hep de söylerim, aslında daha çok kalmayı isterdim. Yani tam olarak kendimi tamamlamış olarak çıkmadım malesef. Çünkü oradan ayrıldığım zamanı ben kontrol edemedim.
YŞ Türkiye’de faal olarak mimarlık yapmaya başlaman 2005 yılında açılan T.C. Merkez Bankası Bursa Şubesi yarışmasında birincilik ödülü almanla gerçekleşiyor. Dönüşün bir mecburiyet miydi?
ÖSB Viyana’dayken ofisten artan zamanlarımızda, yarışma projeleri yapıyorduk, o dönemki ortağım Didem ile beraber. Sonra Türkiye’nin en saygın kurumlarından biri olan ve para politikalarını yöneten Merkez Bankası’nın bir şube binası için açılan yarışmada birinci olduk. Ve bu yarışmayı 3-4 yıllık proje deneyimi olan, hiç yapı yapmamış birileri olarak kazandık. Güney Marmara'nın bütün büyük meblağlardaki para akışlarını yönetecek bir banka yapısından bahsediyoruz. Dediler ki yarışmayı kazandınız ve biz bu yapıyı yapacağız. Bizimle sözleşme imzalamak istiyorsanız bir şirketinizin olması gerekiyor ve Türkiye'de olmanız gerekiyor. Yoksa biz ikinci projeyle ilerleyeceğiz. Dolayısıyla evet bir çeşit mecburiyet gibi oldu bu ve Türkiye'ye doğru sürüklendik. Bir yandan da yaşasın kurtuldum, hemen mimarlık yapacağım diye bir hevesle yaklaşıyor insan konuya. Tamamen cehaletten. Elbette ki öyle bir şey değil bir iş kurmak. Mimarlık yapmaya başlamak çok daha büyük bir organizasyon. Sadece proje yapmak olmadığı çok açık yani meselenin.
YŞ Yarışmaların genç mimarlara fırsat eşitliği sunuyor olmak gibi bir durumu olduğunu düşünüyor musun?
ÖSB Karışık düşüncelerim var bununla ilgili. Evet kariyerim için çok iyi bir başlama noktası oldu. Kavrayabileceğim boyutta bir proje ve hiçbir ekonomik sorunu olmayan bir işveren, yani rüya gibi bir şeydi. Buna rağmen kendimden dışarıya çıkarsam mimarlık ve tasarım ortamına şu kritiği yapmak zorunda hissediyorum kendimi: Hakikaten bu şansı bu yaşta birisine veriyor olmak sürdürülebilir ve rasyonel bir sistem mi? Değil gibi geliyor bana. Yarışmadan anladığımız şeyin tam olarak yerli yerine oturmadığına dair bir hissim var. Bizim coğrafyamızda yarışmadan anladığımız bir çeşit sihirli değnek gibi bir şey. Muhtelif yerlerde aniden beliren, mekansal kent kalitesine genelde çok büyük bir katkısı olmayan, hızlıca da sönen birşey. Mevzunun daha büyük bir coğrafi tabana oturması ise arzu, bunun yönetilme biçimi böyle olamaz diye düşünüyorum. Evet, genç birilerine fırsat veriyor ama genç birilerine fırsat vermek böyle mi olmalı? Mesela benim gibi genç birisine başka türlü de fırsat verilebilirdi. Yani hayatında iç yapı yapmamış birisinin Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası'nın Bursa şube binasını, bütün o bildiği ve bilmediği şeylerle yapabiliyor olduğu bir coğrafya mı olmak istiyoruz tam olarak? Bence bu önemli bir soru. Ne bekliyoruz yani biz bu yarışmalardan? Ne umuyoruz? Bu üzerinde düşünmemiz gereken bir şey.
YŞ Türkiye’de uzun zaman sonra inşa edilen ilk müze yapılarından biri olan, tarihi ve kültürel değeri çok yüksek bir ören yeri için hayata geçirilen Troya Müzesi’nin kariyerinde önemli bir dönüm noktası olduğunu düşünüyor musun?
ÖSB Evet, çok da uzun süren bir uygulama aşaması vardı. Ofis için de çok önemli bir projeydi. Troya kırsal bir alanda, bir ören yeri. Hakikaten çok etkileyici, hoş bir coğrafya. Pek çok şey yan yana geldi: Troya'nın dünyaca bilinen şöhreti, Homeros’un İlyada'sına bağlanma biçimi, arkeolojik bir alanla ilişkisi, coğrafyanın pastoral dokusu… Biraz şans da var hayatta, sen de yakalıyorsun onu ama o da seni kovalıyor. Biz de belki o şansı iyi kullanmış olabiliriz burada. Nihayetinde bir müze yapıyorsun ama bir yandan da kamuya yapı yapıyorsun. Onun da kendine özgü zorlukları var, malum bir özel sektör yapısı değil. Dolayısıyla o yapının kuruluş biçimi, detaylandırılması, biraz daha böyle vasat inşa edilse bile yine de iyi olması, tasarlanmış, düşünülmüş bir dünyadan kaynaklanıyor. Bunların hepsini böyle çok da fena olmayan bir şekilde kotarmayı başardık.
YŞ Troya Müzesi’nin tasarım kurgusunu oluştururken hayallerinde var olan “bir ıssızlık ve yalnızlık hissi”nden söz ediyorsun. Şimdi dönüp baktığında ilk kurgudaki bu hissiyatı kaybetmemeyi başardığını düşünüyor musun?
ÖSB Büyük ölçüde. Daha iyi olabilir miydi? Kesinlikle daha iyi olabilirdi. Bir kere bölgede bir boşluk var, bir arkeolojik alan var. Bizim bugün göremediğimiz acayip tarihi katmanlar iç içe geçmiş. Homeros’un Ilyada’sı, insan uygarlığının en önemli ve ilk metinlerinden bir tanesi… Yani böyle yüklü bir yer yani burası. Mimarlık araçlarıyla, bununla kavga ederek bir yere varman mümkün değil yani. Biraz da kaçak dövüşmek gerekiyordu belki, azıcık geri durmak. Şantiyenin o halleri hakikaten çok travmatikti, her taraf kazılıyor, dozerler falan… Yani rahatsız ediyorsun oradaki bütün o ıssız dünyanın anısını. Bir yapı yaparken büyük bir karmaşa yaratıyorsun ama sonunda -mimarlığın sihirli yanından belki de- her şey bittiğinde onlar öyle bir düzende toparlanıyorlar ki, anısını incitmek istemediğin o ıssızlık ile aynı tonda konuşabilecek bir düzen kurabiliyorsun. Çünkü bir çokluk yaratmak değil de her tür karmaşasına rağmen, azaltılmış, az malzemeyle, mekansal anlamda dingin ve bir fon yapı yapma hissiyle yaklaşıyorsun.Bir yapı yaptığın zaman ne olursa olsun o sana bir şey söylüyor. Çünkü yapıların da bir aksanları, bir konuşma düzenleri, bir anlatım tonları var. Herhangi bir yapıya baktığım zaman onun konuştuğunu duyabiliyorum ben. Bazen de tasarladığın yapının söyleyeceği şeyi tam kontrol edemeyebilirsin, bunu yönetemeyebilirsin. Karmaşanın içerisinden geçip bambaşka, hiç istemediğin bir yere gidebilir, istemediğin şeyler söyleyebilir bir mimarlık. Bir mimarlık ürününü ortaya koymak için yüzlerce insan çalışıyor. Hatırladığım kadarıyla sekiz yüze yakın insanın çalıştığı bir yerdi Troya Müzesi şantiyesi. Bu organizasyonda beton dökülüyor, ahşaplar konuyor, tavanlar, mekanikler, ısıtmalar, sergi, aydınlatma… O kadar çok şey kötü gidebilir ki. Dolayısıyla bir yapı bittiği zaman ben genellikle hayret ediyorum; kainatta bu kadar şey nasıl bir araya geldi de böyle bir şey kurulabildi diye.
YŞ Her yapı yapma eylemi, bulunduğu coğrafyada bir tahribat üretiyor ve yarattığı dönüşüm üzerinden okunması gerekiyor. Bu durum bir mimar olarak projelerinde sana nasıl bir sorumluluk yüklüyor?
ÖSB Çok büyük bir coğrafi tahribat, evet. Sürdürülebilirlik konusu aslında hep vardı ama son zamanlarda daha sık konuşulmaya başlandı ya… Belki biz pek çok konuda olduğu gibi geriden geliyoruz Türkiye olarak ama kaynakların verimli kullanılması ve ekoloji dünyada çok önemli bir mevzu şu anda. Bu tavırların pek çoğunun biraz göstermelik olduğunu da söyleyerek şunu eklemem lazım: En sürdürülebilir yapı, en çevreci yapı, en ekolojik yapı hiç yapılmamış olandır. Popülasyonun bu kadar büyümesi, bu kadar çokluğun içerisinde o kadar çok inşaat, o kadar çok yapı üretiliyor ki mimarlara çok ağır bir sorumluluk düşüyor. Bazen insanın uykuları kaçıyor. Düşünüp, bir şey çiziyorsunuz ve sonra insanlar ciddiye alıyorlar yaptığınız şeyi ve onu inşa ediyorlar. Yani o yeryüzü böyle açılıyor, oralarda bir daha geri alamayacağın, acayip ankrajlar üretiliyor. İnanılmaz büyüklüklerde betonlar dökülüyor. Büyük bir şey yani mimarlık, ciddi bir mevzu.
YŞ Kapadokya Bölge Müzesi’nde eski bir taş ocağını yeniden işlevlendiriyorsun. Bildiğim kadarıyla dünyada örnekleri bulunan ama Türkiye’de ilk kez gerçekleştirilen bir dönüşüm projesi, değil mi?
ÖSB Dünyada bazı örnekleri var ama tam anlamıyla müze olarak kullanılan örnek bildiğim kadarıyla yok. Bizim orada yaptığımız şey taş ocağını dönüştürürken bölgenin taşını, malzemesini, hemen dönüştüreceğimiz kaya formasyonunun yanından yeni bir taş ocağı açarak, taşları çıkarıp dönüştürdükten sonra peyzaj, yapısal unsurlar ve yönlendirme elemanları olarak kullanarak, bir çeşit kendi yerinde dönüşüm elde etmekti. Yani aslında bildiğimiz anlamda olmasa da sürdürülebilirlik fikirlerinin de merkezinde olduğu bir proje. Kendi içinden türeyen bir malzemeyle yapma gibi bir fikirle hareket ettik ve büyük ölçüde tamamlandı aslında. Sadece işletmesiyle alakalı, yani bir arkeoloji müzesi olması için gerekli son adımlar kaldı.
YŞ Yapı tipolojisi olarak oldukça ilgi çekici olan Zonguldak Mağaraları Ziyaretçi Merkezi projesinde ise üç milyon yaşındaki bir mağara ile kurulan bir temas sözkonusu…
ÖSB Zonguldak ilginç bir yer. Karadeniz'in çok özel bir yerinde, topoğrafik ve coğrafi özellikleri sert bir yerde bulunuyor. Zonguldak'ı var eden şey biliyorsunuz aslında kömür madeni. Yani coğrafyanın milyon yıllarda ürettiği bir tektonik tabaka. Buna bağlı olarak da pek çok mağaradan oluşan bir külliyatı var şehrin. Bunlardan en ulaşılabilir olanlarından biri Gökgöl Mağarası. Aslında bizim yaptığımız şey, sadece bu mağara için bir ziyaretçi merkezi yapmanın ötesinde, bütün bu Zonguldak'taki jeolojik formasyonların da anlatıldığı bir merkez yaratmaktı. Zonguldak Mağaraları Ziyaretçi Merkezi deniyor olmasının sebebi bu. Yaptığımız şey çok basit, çok ufak bir yapı. Yani buraya geliş-gidiş, araçla durmapark etme organizasyonunu kurgulayan bir sistem; bu yapının içerisine ziyaretçileri yavaşça alıp mağaraya sürükleyen, bunu yaparken de yapının iç kurgusunu mağaranın sanki bir devamıymış gibi ele alan, bir çeşit hareket sistematiği, mekanizması olarak tarif etmek mümkün yapıyı. Yapı malzemeleri, dağa yanaşma biçimi ve neredeyse dağın o kontürdeki profiline asılma hali ilginç. Mimarlık nihayetinde maddeye ilişkin, fiziksel bir şey. Taş, beton, cam, çelik, bunlar her ne kadar kelimelerle aktarılıyor olsa da sonunda fiziksel ortamda kuşatılmış bir mekan yaratıyorlar. Dolayısıyla o mekan da nihayetinde bir madde. Niyet ise şu: Madde olmanın bir adım ötesine geçerek bir hissi, bir dünyayı sürükleyebilir mi? İnsanlar bu mağaradaki hikayeyi mağaranın içine girmeden önce belirli düzeylerde, okuyup, anlayıp, hissedebilirler mi ve sonrasında bu deneyim biraz daha anlamlı hale gelebilir mi? Yapmaya çalıştığımız buydu.
YŞ Çok yeni bir gelişme olarak kazandığın 2022 Dünya Sürdürülebilirlik Mimarlık Ödülü'nden de söz edelim isterim. Bu ödülün Yalın Mimarlık’a sunulmasının sebepleri nelerdi?
ÖSB 2006 yılından beri uluslararası ortamda verilen bir ödül. Bağımsız uluslararası nominatörler tarafından aday gösterilen ofislerin yaptıkları işlerin kısmen yerinde görüldüğü, ofislerin ziyaret edildiği bir sistemle düzenleniyor, dolayısıyla bu anlamda önemli. Sürdürülebilirliği çok değişik pencerelerden alıyorlar. Yani sadece güneşe baktın, rüzgarı çevirdin, suyu kullandın gibi değil de mesela “kültürel süreklilik” de bir sürdürülebilirlik alanı ve onun devamlılığı da büyük bir mevzu. Her sene beş tasarımcıya veriliyor ödül. Biraz ilginç bir duygu. Çünkü sen ofisinde işini gücünü yaparken birileri çok uzak bir yerde senin devam ettirdiğin, yaptığın şeyleri takip ediyor. Bunların ne anlama geldiğiyle ilgili kafasında sorular kuruyor, sana geliyor ve bunun sonucunda da seni böyle bir ödüle layık görüyor. Başka coğrafyaların mimarlık, mekan, sanat gibi disiplinlerle kurduğu ilişki ile kendi coğrafyamızın kurduğu ilişkiyi kıyaslamak açısından da bu tür ödülleri ilginç buluyorum aslında.
YŞ Tam da bu noktada Fransa’daki bu ödül organizasyonunda yaptığın sunumun da temelini oluşturan “Coğrafya kader mi?” sorusuna değinebiliriz belki…
ÖSB Almanya'da doğdum, ne olup bittiğiyle ilgili bir fikrim var, coğrafyalarını nasıl biçimlendirdiklerini, mimarlıkla nasıl ilişkilendiklerini iyi biliyorum. Ancak “Almanya'da kültür, mimarlık böyle bir şey. Bizde niye böyle değil?” gibi bir bakış açısı var ya, çok antipatik buluyorum ben onu. Ben şuna daha yakınım: Bizim başka bir coğrafyamız var, burası başka bir yer. Burası Almanya değil, İsviçre değil ama Ortadoğu da değil, Asya da değil. Yani burada olup biten şeyin dönüştürülebilmesi için belirli ölçülerde, buranın neresi olduğunu çok iyi anlaman gerekiyor. Neredeyiz? Burada politika nasıl yürüyor? Burada siyaset nedir? Burada insan mekanla nasıl ilişkileniyor? Kamusallık ne demek? Bütün bunlarla ilgili büyük bir kavrayışın olmazsa, her defasında başka bir coğrafyadaymış gibi mimarlık icra etmeye çalışırsan sonunda senin projene krom korkuluklar takılıyor, garip eklemeler yapılıyor ve sen ağlak bir mimar oluyorsun. Çünkü coğrafya bunu yapmaya çok uygun bir yer. Öyle bir şey değil yani mimarlık burada. Dolayısıyla nerede durduğunu ve nasıl durduğunu iyi anlayıp buna göre pozisyon almak gerektiğine inanıyorum. O yüzden “coğrafya kaderdir” noktayla değil, üç noktayla biten bir cümle olmalı. Bu kader değiştirilebilir ama anlamadığın bir şeyi değiştirmeye çalışamazsın. Değiştirme gücünün ne olduğunu bilerek hareket etmek, neyi nasıl dönüştürebileceğini hayal etmek çok önemli. Öbür türlü hakikaten çok beyhude bir çabanın içine giriyorsun. Böyle anlıyorum ben coğrafyanın kader olma mevzusunu.
YŞ Biraz da yazıyla olan ilişkinden söz edelim isterim. Mimarlığın yazın alanındaki üretiminde seni cezbeden bir şeyler var. Nedir onlar?
ÖSB Mimari kültürün, mekana dair olan kültürün toplumla kurduğu ilişkiyle ilgili herhalde bu dert benim için. Çünkü mimarlar sanki ikiye ayrılıyor temelde, yapanlar ve yazanlar, akademisyenler. Bunlar arasında sanki hiçbir şekilde bir geçiş olamazmış gibi. Aslında bunların biraz hepsi de olabilir mimarlık ve toplum ile mimarlık arasındaki mesafenin de aslında bir ölçüsü bu. Normal bir vatandaşın bir mimarlık yazısı okumasını malesef kimse beklemiyor. Aslında toplumun etrafında olup biten bütün bu marjinal mekansal hareket toplumun herhangi bir ferdinin de bununla ilgili belirli seviyelerde düşünme biçimlerine yakın olmasını gerektiriyor ama bu olmuyor. Dolayısıyla bana yazmak şunun için de iyi geliyor: İlla yüksek tonda bir mimarlık yazısı değil de herhangi biri okuduğu zaman “Kardeşim burada ne oluyor?” diyebilsin istiyorum. Hakikaten kentsel mekan nedir? Bursa'daki Ulu Camii ne demektir? Buradaki Süleymaniye'nin anlamı ne? Bir mimar olarak söylemek istediğim şeyleri böyle toplayıp biriktirdiğim bir alan gibi görüyorum yani yazmayı. Öte yandan buna paralel olarak mimarlık yazısı ve mimarlık eleştirisi biraz da iç içe ve kol kolalar, ayrılar da aynı zamanda. Mimarlık eleştirisi de ülkemizde yayılmış, çok kurcalanan bir alan değil. Halbuki bunu hak edecek kadar mimarlık üretimi var Türkiye'de. Mimarlar, mimarları incitmekten çok korktukları için bunu yapmak istemiyorlar. Bunun kişisel birşey olmadığını normalde okulda öğrenmiş olmamız gerekiyor aslında. Dolayısıyla mimarlık üretimleri için bunu kimse yapmayı tercih etmese de benim yapmak isteyeceğim bir şey gibi geliyor bana. Ama tabii bir yandan mimarlık yapan birisinin bunu yapması çok tercih edilmeyebilir. Çünkü belli bir ağırlık, yük de yaratıyor bu, onu da kabul etmek lazım.
YŞ Son olarak şu sıralar masanın üzerinde hangi işler var? Henüz bilmediğimiz projelerin neler?
ÖSB Aslında beni heyecanlandıran birkaç proje var. Bir tanesi Konya'da ilginç bir kütüphane projesi yapıyoruz. Yıkılan ve nakledilen bir belediye binasının arazisine ağaçların arasında parçalanmış, biraz da böyle yakın bölgelerdeki geleneksel yapım tekniklerine göz kırpan, bir parkkütüphane gibi bir iş yapıyoruz. İhalesi yakın zamanda yapılıp inşaatı başlayacak bir proje. Manisa'da küçük bir müze yapıyoruz. Manisa'nın Kurtuluş Savaşı döneminde geçirdiği masif bir yangın vardı. Neredeyse şehrin yüzde doksanının yok eden bir yangın. O yangının anısı ve o yangın sonrasında şehrin yeniden imal edilmesi hikayesine dair, yığma tuğladan bir grup odayı bir araya getiren bir yapı yapıyoruz. 1930’lardan kalma eski bir Tekel deposunu Konya'da bir sanat galerisine dönüştürüyoruz.