MimarlıkCan Çinici: Depremin oluşturduğu hazin yıkım bize şehir ve bölge ölçeğinde planlamanın yeniden hatırlanması gerektiğini gösteriyor

Can Çinici: Depremin oluşturduğu hazin yıkım bize şehir ve bölge ölçeğinde planlamanın yeniden hatırlanması gerektiğini gösteriyor

27.03.2023 - 05:23 | Son Güncellenme:

Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde çok geniş bir alanda yıkımlara ve can kayıplarına neden olan depremlerin ardından bölgede ayakta kalan nitelikli yapılardan biri olan Antakya Ticaret ve Sanayi Odası Yönetim Binası’nın mimarı Can Çinici ile kentlerimizin nasıl böylesine büyük felaketlere açık bir hale geldiğini konuştuk.

Can Çinici: Depremin oluşturduğu hazin yıkım bize şehir ve bölge ölçeğinde planlamanın yeniden hatırlanması gerektiğini gösteriyor

Yasemin Şener: Güvenli yapılarda barınmak ve sağlıklı kentlerde yaşamak en temel insani haklarımızken kentlerimiz nasıl böylesine büyük felaketlere açık bir hale geldi?

Haberin Devamı

Can Çinici: Bu röportajdan evvel şunu düşünüyordum: Meslektaşlarımız bu konu üzerinde yıllardır konuşuyorlar, yazıyorlar. Okuyorum, dinliyorum; herkes çok güzel değerlendirmeler yapıyor, doğru tespitler yapıyor, yanlış bir şey söyleyeni neredeyse duymadım. Ailenizin geçmişinde mimarlık olunca da birkaç nesil önceki mimarları da tanıyorsunuz, onlardan evvelki nnesillerin yaptığı uyarılardan da haberiniz oluyor. Şunu fark ettim: Aslında çok uzun zamandır mimarlık ve şehircilik ile ilgili disiplin ve uğraş alanları deprem gerçeğinin ciddi bir şekilde farkında olmuş, bu konu hakkında çok uzun zamandır çok doğru laflar edilmiş, yollar gösterilmiş, “bu da atlanmış…” dediğim hiçbir konuyada drastlamadım diyebilirim. Mesleki uyarılar, depreme dair tespitler hep yerli yerinde yapılmış. Burada ben bunları tekrar dile getirmek istemem, çok sıkıcı bir şey olur bu. Buna rağmen kentler, kentleşme, barınma, sosyal ve kültürel mekan, maalesef politik erkin gündemine gelmemiş, konusu olmamış, yani bu konudaki bilgi birikimi, yönetim erkiyle -güç ile- buluşamamış bir türlü. Bugünün bu felaket sonrası ortamında hele hele mimarlıktan bahsetmek imkansıza yakın gibi geliyor, bana. Bu deprem bence çok uzun zamandır farkında olduğumuz “kentleşememe” krizini bir kez daha iyice görünür hale getirdi. Kent, kentleşme milletçe çok hassas olduğumuz meseleler değil zaten, kent mekanlarına da hep hoyrat davranılmış, öyle de sürüp gideceğe benziyor.

Haberin Devamı

YŞ: Deprem güvenliği çok girdili, çok aktörlü, yapı üretiminin planlamadan uygulamaya birçok aşamasını kapsayan, karmaşık bir süreç. Bu karmaşık süreçte sizce hangi noktalarda aksamalar yaşanıyor?

CÇ: Bu yaşanan felaket sonrasında toplumda büyük bir kafa karışıklığı var. En çok da ulusal medyada. Gazetelerde, televizyonlarda, haber programlarında, röportajlarda, adeta modern öncesi (bir türlü modernleşememiş) bir zihin yapısının izlerine rastlamak mümkün. Mimar ne işlerden sorumludur, mühendisler ne yapar, kontrol mühendislerinin sorumluluğu nedir, müteahhit ne iş yapar bu konularda düşünceler pek net değil. Oysa ki modern zamanlarda yapı üretimi, ne olduğu açıkça baştan belli olan bir iş bölümüyle yapılıyor. Türkiye'de bu böyle ve yapı bürokrasisin de memlekette fena işlemediğinden dahi bahsedebiliriz. Bir yapının hangi kısımlarından kimlerinin sorumlu olduğu imzalarıyla birlikte belli. Ortada tanım ve yetkilendirme açısından hukuki bir boşluk da yok. Eğer bir bina inşa ediliyorsa bunun hukuki sorumluları, müellifleri belli, kamu tarafında kontrol edenleri belli, mesuliyetleri çok açık ve net. Politik erk, kentler konusunda çokça söz edilen bu suç ortaklığını -eğer isterse- her zaman deşifre edebilir, üstesinden gelebilir. Son deprem afeti sonrasında -hukuken- belki de en muaf kişilerin mimarlar olduğunu düşünüyorum. Mimarlık zaten apayrı bir alan; her yapıda mimarlıktan bahsedilemeyeceği gibi “mimarlık” ve “binanın ayakta durabilmesi” birbirlerini gerektirmeyebilir. Çöken bir yapı mimari olarak niteliksiz veya yetersiz demek de değildir. Yani “mimarlık” denildiğinde, tanımı gereği kentsel yapı aktivitesi içinde oldukça ayrıcalıklı bir alanı anlamak gerek. Orada değiliz bence şu an. Bugün bahsetmemiz gereken ve üzerimize düşen, kentlerimizi oluşturan sıradan yapıları ve bunların oluşturduğu kentsel bütünün, birikimin kurgusu ve sağlıklı olup olmadıkları, bunların nasıl düzeltileceği, dönüştürüleceği... Ayrıca yapıların inşasında işlemesi gereken bir kontrol mekanizması söz konusu; yapı denetim firması var, fenni mesulü var, birçok görevli var bu mekanizmanın içinde. Müteahhit tarafında imza atanlar var, teknik inceleme ve bilgi sağlayan firmaların sorumlulukları var ve tabii genel anlamıyla inşa eylemine baz teşkil edecek imar planlarına ve genel kararlara icazet veren politik otoritenin sorumluluğu var. Bu açıdan da kafa karışıklığı olmaması gerekiyor diye düşünüyorum. Hala neyin tartışıldığına da hayretle bakmaktayım. Sorumlular eğer ortada değilse istenmediği için ortaya koyulmuyordur. Seçim dolayısıyla oy toplama kaygısından başka bir amacı olduğunu zannetmediğim alelacele konut yapma işlemini ise hayalci buluyorum. Eğer gerçekleşirse de depremin üzerine gelecek olan başka bir tufanın, “afetin” sebebi olur bu. Bölgedeki insanların acıları ve gündelik dertleri henüz çok taze. Zaman geçtikçe “rasyonel akıl” bir parça daha yerine gelecektir diye düşünüyorum.

Haberin Devamı

YŞ: Peki, mimarın sorumlulukları nerede başlayıp bitiyor?

Haberin Devamı

CÇ: Mimarın sorumluluğu etik bir sorumluluk. Bu etik sorumluluğun yerine getirilmesi “yapı sıhhatine” dair bir sürü şeyin de çözülmesi demek aslında. Mimarın, yapıyı gerçekleştiren ekibin/bütün o mühendis ve danışmanların organizasyonu ve eşgüdümlü çalışması konusunda önemli bir sorumluluğu var. Bu hukuki bir sorumluluk olmamasına karşın, mesleğimizin geçmişinden, “mitolojisinden” kalma tarihsel bir sorumluluk. Diyelim ki mimar o ekip içerisinde bir mühendisin çalışmasından memnun kalmamışsa ya da sözgelimi araziye dair bilgiler yetersiz ise, zemin etüdü gibi birtakım veriler eksikse, bunları ilgili taraflara uyarmaya dair etik bir sorumluluğu var. Bir mimar iyi bir mimarlık formasyonu almışsa zaten bunları yapar. Mimar burada daha çok bir yön gösterici ve “şef” pozisyonunda. Bu etik görevini şu veya bu nedenle yerine getirmeyeceği ortaya çıkmışşa veya öyle hissediyorsa işi bırakabilir, bırakmalı da. “Ben bu şartlar altında bu işte yokum” diyebilmesi lazım. Görüyorum ki memleketimizde bunu yapan, yapabilen mimarlık ofisleri ya da mimar, toplam yetkili mimar kalabalığına göre oldukça az. Yerine göre iş reddetme cesaretini gösterebilmeyi de gerektiriyor, mesleği düzgün yapabilmek için bir direnç göstermeniz gerekiyor yani. Uygun bir formasyon aldığınızda cesaret edebileceğiniz davranışlar bunlar tabii. İyi formasyon almıyorsanız yön gösterici kabiliyetine de sahip olamıyorsunuz maalesef. Mimarlık eğitimi, bu öngörünün, bu etik değerin yerleştirilmesiyle de alakalı bir konu. Birkaç köklü okul dışında, memleketimizde mimarlık okullarının bu konuda zayıf kaldığı açık. Özel üniversitelerin bünyesinde kurulan mimarlık fakültelerinin sayılarının kontrolsüz artması bunda katalizör oldu. Sadece bu açıdan düşünülse bile acilen mimarlık fakültelerin sayıları azaltılarak var olanların da bu mesleki formasyonu ve eğitimi vermeleri açısından kendilerini geliştirmelerine zemin hazırlamak lazım. Şu andaki mimar mevcudumuz gelecek yıllar boyunca Türkiye'ye yeter de artar. Mevcut olanların da ek eğitim programlarıyla eğitimlerinin tamamlanarak yeterli görgü sahibi olmalarının sağlanması gerekiyor. Mutlaka duymuşsunuzdur, bu ülkede kentlerin sıradan konut alanlarının inşasında, küçük müteahhitler tarafından yeni mezun ya da yüksek lisans yapan mimarların imzalarının kullanılmaları, diplomalarının kiralanması vakaları vardır. Bu olmaması gereken ilişkilerin çapı konusunda bir tahminde bulunmak da zor ama epeyce yaygın olduğu açık.

Haberin Devamı

YŞ: Ülkemizde çarpık kentleşme ve çarpık yapılaşma adeta toplumsal bir kültür haline gelmiş durumda. Bir bölgede onlarca ya da yüzlerce bina yıkıldığında yapı ve uygulama bazında, sürecin içinde yer alan aktörlerin ihmallerinden kaynaklı sorunlardan söz etmek mantıklı olabilir. Ancak söz konusu 11 kentin yarıdan fazlasının yıkılması olunca yapı yapma alışkanlıkları ve kentleşme konusunda daha derin bir analize gereksinim duyduğumuz açık değil mi?

CÇ: Depremle birlikte yaşanan böylesine bir yıkım, gerçekleşebileceğini uzun bir süredir ihtimal dahilinde gördüğüm bir tabloydu. Bu ya İstanbul’un başına gelecekti, ya Ege’de olacaktı ya da Doğu’da bir yerlerde yaşanacaktı; K.ahramanaraş merkezli geniş bir bölgede oldu, beklenmeyecek bir şey değildi yani. ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde -sen de çok iyi bilirsin- şehircilik bölümüyle yan yana okumuş olmanın önemli bir avantajı olduğundan söz edebilirim. Stüdyo içerisinde sık sık şehir planlamayla ilgili konularda destek alınmasından tut, şehircilik bölümündeki arkadaşlarımızla yaptığımız ortak tartışmalar ve aldığımız pek çok ortak seçmeli ders de olmuştur öğrenimimiz boyunca. Şehir ve Bölge Planlama bölümlerinde adı üstünde 2 ana ilgi alanı bulunur, biri şehircilik, diğeri bölge planlama. 80’li yıllarda “bölge planlama” hala önemli bir ilgi alanıydı ama şimdi adını duymak bile zor. Neredeyse artık sadece akademik tezlerde rastlayacağımız modası geçmiş bir uğraşı olarak gözüküyor, geçen zaman içerisinde unutturuldu, unutuldu. Şehircilik mezunları ise artık tamamen imar bürokrasisinde maalesef; şehirleri planlamak, onların geleceğini kurgulamak, düşünmek faaliyetlerinde görevlendirileceklerine, imar bürokrasisinde angaje ediliyorlar. Kısaca şehir planlama faaliyeti de zamanla -toplu sayılabilecek bir mutabakatla- yok edildi. Ülkede kamu kuruluşları bünyelerinde yer alan nazım planı ofisleri epey bir süredir kapanmış durumda. Dahası, İstanbul’un oybirliği ile Belediye Meclisi’nde onaylanmış Metropoliten Alan Planı gibi önemli bir çalışmanın 2007 sonrasında ani kararlarla politik erk tarafından iptal edilmesi hala hatırlanması gerekli bir vakadır. Planlama gibi bir disiplinin ortadan yok olması esasen neo-liberalizm denilen ideolojinin bir sonucu. Neo-liberalizm hem şehir planlamayı hem de bölge planlamayı ekarte ediyor, her şeyi mimarileştiriyor, “mimari proje” haline getiriyor. Medeni memleketler bu neo-liberal aşınmaya karşı hala kentlerini ayakta tutabiliyorlar ne de olsa arkalarını dayayabilecekleri engin bir planlama geçmişleri var çoğunun. Memleketimizde maalesef böylesine bir miras da olmadığından planlamanın “p”sini konuşmaya kalkarsanız herkes kaçıyor. Bölge planlama deseniz “O ne?” diyorlar. Kentleri iyileştirmek, dönüştürme meselesi ve pratiği hiç düşünülemediği, becerilemediği gerçeği bir yana yeni bir kentin nasıl kurulacağını da haliyle bilemiyoruz. Bu son depremin oluşturduğu hazin ve geniş yıkım bize her şeyden önce ‘planlamanın yeniden hatırlanması’ gerektiğini gösteriyor, hem şehir hem de bölge ölçeğinde. Bu disiplinleri unutturulduğu son yerden tekrar hatırlamaya başlamalı politik erk. Yok olan 10 kentten bahsediyoruz. Kentler sadece konutlardan oluşmuyor ki. “Şuursuzca” konut yapmak, sonrasında gelecek olan başka “sosyal afet”lerin tetikleyicisi olacaktır. Ne de olsa sağlıklı zihinler iyi ve nitelikli yaşam standartları hedeflenerek üretilen kentlerde yetişiyor, mekanın böyle bir gücü var, buna inanıyorum. Önceliğimizi panik havasıyla kalkışılan inşa faaliyetlerini vakit geç olmadan durdurma konusunda ikna faaliyetine vermemiz gerek.

Can Çinici: Depremin oluşturduğu hazin yıkım bize şehir ve bölge ölçeğinde planlamanın yeniden hatırlanması gerektiğini gösteriyor

Antakya Ticaret ve Sanayi Odası

YŞ: Bölgesel ekonomiye yönelik planlamalar yerine nüfusun metropollere yığılması, rant baskısı, zemini sorunlu olan alanların, tarım arazilerinin, su yataklarının, deprem fay bölgelerinin yapılaşmaya açılması... Tüm bu çarpık kentsel büyüme hatalarını nasıl telafi edebiliriz?

CÇ: Bu deprem sonucu oluşan yıkım planlamaya acil bir çağrı vesilesi yapılmalı. Bahsettiğin bu konuların ilk kertede çaresini planlama uğraşısı sağlar. Yöntemleri, stratejileri, planlama sürecinin tasarlanarak belirlenmesiyle ortaya çıkar. Fiziksel çevre başlıca 4 yol ile oluşuyor: 1. Enformal yol ile (gecekondular, kendi barınaklarını insanların kendilerinin inşaa ettiği durumlar). 2. Yönetim erkinin/politik güç sahiplerinin tepeden inme aldığı kararlar ile (moda deyimiyle “çılgın proje” de diyorlar). 3. Bölge ve kent planlaması ile. 4. Mimarlık ile. Ülkelerin medeniyet düzeyi arttıkça, biraz daha refah, daha medeni bir hayat isteniyorsa tercih planlamaya ve mimariye doğru kayar, kaymalıdır.

YŞ: Türkiye’de deprem deneyimleri sonrasında yapı stoğunu iyileştirmek amacı ile kentsel dönüşüm uygulamaları gündeme getirildi. Ancak kentsel dönüşüm daha çok değerli alanları öne çıkartırken gerçekten dönüşüm gerektiren pek çok bölge ikinci planda kaldı. Kentsel dönüşümün daha sağlıklı işlemesi için ne tür önlemler alınması gerekiyor?

CÇ: Kentsel dönüşüm çok yuvarlak bir laf: Eğer bu laf mevcut bir yapı stoğunu yerinde yenilemek anlamına geliyorsa, hem şu ana kadar uygulandığı şekliyle epey yavaş sonuç veriyor hem de mevcut mahalle dokusunu ve çevresini de yoğunlaştırarak niteliksizleştiriyor, bozuyor. Bunun sonucu da insanlar oturdukları yerlere yabancılaşıyorlar. Şimdiye kadar yapılan yöntemler etkisiz kaldığına göre bundan sonra terkedilmeli tabii. Ayrı ayrı topografyalarına ve bağlamlarına dikkat edilerek mekansal özellikleri bozulmadan, yoğunluklar tekrar gözetilerek stratejik bir planlama çalışması önderliğinde ele alınmalı şehirler. İncelikli, emek yoğun, otomatik çözümlere başvurmadan sürdürülmesi gereken bir tasarlama uğraşısı demek bu.

YŞ: Yapıların inşaat aşamasında denetlenmesi, deprem güvenliğine yönelik en önemli aşamalardan biri. Yaşanan depremlerden sonra değişen yönetmeliklere rağmen bu denli çok sayıda yapının yıkılmış olmasını, özellikle de yeni yapıların yıkılmasını neye bağlıyorsunuz?

Can Çinici: Depremin oluşturduğu hazin yıkım bize şehir ve bölge ölçeğinde planlamanın yeniden hatırlanması gerektiğini gösteriyor

Antakya Ticaret ve Sanayi Odası

CÇ: Sorunu öncelikli olarak sistemde ya da yönetmeliklerde aramayı çok daha büyük bir yanlış olarak görüyorum. Bu aslında konunun özünden kaçmanın başka bir yolu oluyor. Sorun, kişilerin görevlerini yapıp yapmadıklarında ve sahip oldukları formasyonun yeterliliğinde. Sistemik bir problemden çok liyakat ve ahlak konularında tıkanıklık olduğunu gözlemliyorum. Bu da daha evvel bahsettiğim gibi yeterli eğitim ve nitelikli mesleki formasyon alma konusuna bağlanıyor. Yapılar iyi tasarlanır ve uygulamaları olması gerektiği gibi denetlenirse sorun olmaz. Bir de yapı yapma kültürü meselesi var; kent kurmayı hiçbir zaman gerçekleştirememiş bir mirasa sahibiz, hele memleketimizde bırakın bir kenti baştan kurmayı, kendi dinamikleri ile yayılan mevcut bir kenti tekrar ele alıp, düşünüp, yönlendirip sağlıklı hale getiremiyoruz. Mimara tanrısal bir sorumluluk yükleyen Musevi/Hristiyan geleneğinden de gelmediğimize göre, geriye “akıl yoluyla” bu işleri halledebilmek kalıyor. Bunun fikri donanımına sahip insanlara bu memleket fazlasıyla sahip. Asıl soru şu: Yardım talep edip kullanmak isteyen kamu otoritesi var mı?

YŞ: Tasarımını yaptığınız Antakya Ticaret ve Sanayi Odası Yönetim Binası depremden nasıl etkilendi?

CÇ: Antakya’ya Mimarlar Odası’na bir konuşma için davet edilmiştim. Kentin çok kültürlü yaşantısının sivil mekana yansıması çok hoşuma gitmişti. Yeni bir hizmet binası tasarlanması için Antakya Ticaret ve Sanayi Odası’nın ileri gelenleri ile tanıştırıldım. Kentin tarihi dokusu içerisinde eski bir binaları vardı ve küçük geliyordu kendilerine, ikinci bir alternatif yer olarak da şehir dışında bir arazi gösterdiler. Ben tarihi bölgedeki lokasyonu kullanmak istedim. Doğal ışığı iyi kullanan, iyi bir sirkülasyona ve işlev dağılımına sahip olan, çevreyle uyumlu bir malzeme kullanarak bir proje önerdik. Epeyce benimsediler öneriyi. Benim Antakya ile ilişkim böylece başladı çok iyi dostlar edindim. İlginçtir, bu yapının inşaatı depremden epey önce zeminle ilgili bir kaza ile başladı; kaba inşaat sırasında mevsim ortalamalarının çok üstünde bir yağış aldı bölge. Zemin etüdündeki bir uyarı eksikliğinden, inşaat başlarında pompaların gerektiği zamanlarda çalıştırılmamasından dolayı kaba inşaat yaklaşık 3 metre yüzdü, yukarı kalktı… O esnada Asi Nehri’nde drenajları bakımda olduğundan ve kapandığından yağışla iyice doyan zemin suyu bizim inşaat alanından kendine bir yol bulmuş. Sonra mevcut imalat söküldü ve ciddi önlemler alınarak, kazıkları tekrar gözden geçirilerek binanın yapımına tekrar başlanıldı. Zeminin ve kentin su ile ilişkisinin ne denli problemli olduğunu bu vesileyle en başında idrak etmiş olduk. Erken bir dönemde atlatılan bu olay sayesinde belki bu yapı beklenenin çok üzerinde yıkıcı şiddeti olan bu depremi can kaybı olmadan atlattı. Hasarsız deniyor ancak ay sonunda inceleme yapılacak, ölçümler alınacak. Yapı çevresinden fotoğraflar ulaşıyor bize, kaldırımın 1,5 metre dolayında sinüs hareketi yaptığı görülüyor. Binanın 1. kat hizası sonrasında bir kırık çatlak gözükmüyor ancak zemindeki bu hareket nedeniyle herhangi bir genel kayma eğilme var mı yok mu gerçekten şüphe içindeyim. Ne de olsa şiddeti 11 etkisinde bir depremden söz ediyoruz.

YŞ: Yıkılan kentlerin yeniden kurulumunda depremden öğrenilenlerin iyi değerlendirmesi ve benzer hataların tekrar edilmemesi için yönetim erkine, diğer aktörlere ve mimarlara ne gibi sorumluluklar düşüyor?

CÇ: Bu afette kayıtlı kayıtsız 200 bine yakın sayıda can kaybı olduğu düşünülüyor. Koskoca bir memleketin doğu kısmında önemli bir alan, yapı stoğu ve kentsel hafıza mekanı yok oldu. Şimdi bu kentleri yeniden kurma, canlandırma zamanı. Yönetim erki -eğer ciddi ise- plancıları toplar, bu on kentin sanayisini, iş-konut dengesini, bölgedeki ekonomiyi nasıl canlandıracağını planlar. 1980 sonrası Güneydoğu Anadolu’nun kalkınma hamlesinde “Anadolu Kaplanları” diye bir oluşumdan söz ediliyordu ve Gaziantep bunun en baş aktörüydü. Galiba deprem sonrası da Antep’teki sanayi bölgesi büyük ölçüde ayaktaymış. Belki o bölgede Antep merkezli bir ekonomik planlama yapılabilir. Bu ve bunun gibi planlama stratejilerini geliştiren, düşünen, tartan, tartışan bir zihnin oluşturulması gerekiyor. Bu afet her şeyden önce planlamaya davet anlamına gelmeli. Üç adımda düşünülmesi gereken bir yol varmış gibi geliyor bana: 1. İlk etapta “acil barınma” işi var (Kızılay, AFAD ve muadili kurumların zaten her an hazır olması gerekli alanlarken maalesef çok çok yetersiz kalındı). 2. Acil barınma ihtiyacı giderildikten sonra geçici yerleşim birimlerinin devreye sokulması veya civardaki her tür yapı stoğunun adapte edilmesi de dahil olmak üzere olası bütün alternatif yollarla orta vade için yerleşim alanları oluşturmak. 3. Son olarak da buraya yerleştirilerek nüfusu kademeli olarak kentlerin yeni yapılan esas yapı stoğuna nakletmek nihai hedef olmalı. Deprem mağdurlarının şu anda çoğunlukla çadırlarda barınmaya çalıştıklarını ama insani koşullarda olmadıklarını gözlüyoruz. TOKİ’nin yapacağını iddia ettiği konutların geçici konut mu yoksa kalıcı konut niteliğinde mi olacakları belli değil. Eğer geçici konutlar ise hangi vadede varlıklarını sürdürecekleri muğlak. Eğer TOKİ’nin yapacağı kalıcı konutlar ise asıl o zaman gene başka bir facia bölge halkını bekliyor demektir. Şu güne kadar epeyce sorunlu kentsel çevreler oluşturduğuna şahit olduğumuz TOKİ’den birdenbire kendisini aşmasını da bekleyebilir miyiz, emin değilim. Umarız TOKİ bu sefer bölgenin planlama organizasyonu ve kentsel alanlarının tasarımı konusunda yetkin ve işinde ehil bir kadro ile yoluna devam eder.

YŞ: Dünyada gerçekleşen büyük depremlerden sonra geçici barınma çözümlerinin üretilmesinden kalıcı konutlara ve kentlerin yeniden kurulmasına kadar pek çok aşamada yerel mimarların önemli sorumluluklar aldığını görüyoruz. Alejandro Aravena Şili’de kullanıcının da üretime dahil edildiği, uygulanabilir, pratik ama iyi tasarlanmış konut projelerine imza atmıştı. Shigeru Ban’ın büyük Japonya depreminden sonra geliştirdiği kağıt bölme sistemi ise başka bir örnekti. Türkiye’de de zaman zaman bu tür münferit girişimler olmakla birlikte bir afetler ülkesi olmamıza rağmen mimarların bu tür projelerde sıklıkla yer almadığını görüyoruz. Bunun sebepleri neler olabilir?

CÇ: Evet, dünyada afet sonrasında barınma ihtiyacı giderilmesi konusunda sözünü ettiğiniz mimarların geliştirdiği ilgi çekici, iyi örnekler var. Ancak Kahramanmaraş merkezli son depremdeki gibi büyük bir alanı etkileyen benzer bir bölgede ve bu büyüklükte bir nüfusu kapsayacak afet sonrası bir yeniden yapılanma/canlandırma meselesi konusunda tecrübesi olan mimari ofisler var mı, çok kuşkuluyum. Yani uluslararası alandan da örnek alacağımız benzer tecrübeler de pek yok gibi bu konuda. Burada bir çözüm geliştirilecekse Türkiye kendi dinamiklerine uygun bir çözüm bulmaya mecbur. Şili, Türkiye ile aşağı yukarı aynı yüzölçümüne sahip ama bizim nüfusumuzun dörtte biri kadar bir nüfusu var. Bilemiyorum Aravena’nın işleri bize ne kadar yol gösterici olabilir, hem organizasyonel yatkınlık hem de iki ülkenin yapı kültürlerinin epeyce farklı olduğunu düşünürsek… Şili ne de olsa modern mimarlık görgüsü ve kültürü daha gelişkin bir yer. Mimarlık orada belli ki güç ile birleşebiliyor, yönetim erki geçici barınma çözümleri için bu konuda bilgisi ve tecrübesi olan bir mimara sorumluluk verebiliyor. Ama Şili’de bu işlerin sadece mimarların gönüllüğü esaslı girişimlerle yürütüldüğünü sanmıyorum, kamu muhakkak iyi yönetiyordur. Japonya ise hiç süphesiz yapı kültürü her zaman çok gelişmiş olan bir yer, Shigeru Ban gibi birinin de hem hizmetinden hem de görüşlerinden yararlanılması çok doğal, neredeyse aksi düşünülemez. Maraş depremi benzeri yaygın bir alanın afet sonrası mobilizasyonu ve kentsel stratejisi konusunda onun da bir tecrübesi var mı emin değilim. Şu anki yönetimimizin ulusal veya uluslararası potansiyeli kullanma konusunda girişimleri olmalı. Acil olarak kısa orta ve uzun vadeler için fikirler oluşturmak için -bahsettiğimiz bu kişiler dahil- uzmanlara, liyakatli kurum ve kişilere davetler yapılmalı.

YŞ: Beklenen bir de Marmara depremi var. İstanbul beklenen depreme hazırlık konusunda zamanı sizce iyi kullanabildi mi? Depreme karşı en hızlı şekilde nasıl önlem alınabilir?

CÇ: Beklenen Marmara Depremi hakkında bile müthiş bir dezenformasyon var. Hakikatler daha çok medya yoluyla yayıldığı için ortada müthiş bir gürültü var. Bu gürültü içinde “vaktimiz hala var” demek ne kadar mümkün değilse, “geç kaldık” demek de bir o kadar problemli. Söylenebilecek tek şey mevcut kentsel konut dokusunun dönüştürülmesinin / iyileştirilmesinin / sağlıklılaştırılmasının sürekliliğini bir an evvel sağlamak. İstanbul’un mülkiyet örgüsü aşırı bir şekilde parçalı ve özel mülkiyet ağırlıklı. Dönüşümü en başta engelleyen, adeta imkansızlaştıran konuların başında bu geliyor. Tek bir apartman bünyesinde kat karşılığı dönüşümü gerçekleştirmek, kat maliklerini birbirleri ile anlaştırmak bile çok zor bir işken, bütün bunlardan oluşan devasa konut alanlarının dönüşümünü bu şekilde kendi haline bırakmak, “dönüşümü yönetememek” ile eşanlamlı. İyi ve sağlıklı çevrelerin oluşturulması özellikle konut alanlarında toprak mülkiyetinin kamuya aktarılması için bir takım kentsel stratejilerin oluşturulması demek. Bu konu başlı başına bir kent planlama konusu, uzmanlara başvurmak lazım. İstanbul, şehircilik jargonunda bir “azman kent” (primate city) olarak anılıyor. Toprakları üzerinde bir azman kentin bulunuyor olması, ait oldukları ülkelerin gelişmemiş veya az gelişmiş olduğunun göstergesi olarak kabul ediliyor plancılar tarafından. Marmara Depremi için önlem niteliğinde atılması gereken başlıca adımlardan biri İstanbul’un nüfusunu -bir vadede- hafifletmek olmalı. Bunun için de bu meselenin ülke sathında bir planlama çalışılması ile düşünülmesi gerek. Bu aynı zamanda coğrafyamız üzerindeki ekonomik aktivitelerin dağılımını yeniden düşünmek demek. İş büyük ve etraflı. İstanbul’un ekonomik merkez olma durumunu dengeleyecek karşı bir hamle yapılmalı gibi hissediyorum. İktidarlarımız böyle etraflı bir işe kalkışıp ülke ölçeğinde bu işi çözme konusunda yeterince güçlü mü veya gelecekte de güçlü olacak mı bilemiyorum.