20.12.2021 - 13:34 | Son Güncellenme:
Bir yılın daha sonuna yaklaşıyoruz. Artık neredeyse “duygusal ve nostaljik bir imge”den ibaret olan “takvim yaprakları”nı, bir duvar takviminde gün gün değilse bile bir masa takviminde ay ay çevirenlerdenseniz eğer, bu gerçeği ellerinizle dokunacak kadar somut hissediyorsunuzdur. Gazetede, masamda duran takvimin son sayfasını da çevirdim bu ayın başında. 12 ayın sonunda dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz: Yeni bir ocak ayına. Türümüzün binlerce yıl önceki temsilcileri, bu bitmek tükenmek bilmeyen döngüyü ilk fark ettiklerinde ne kadar şaşırmışlardır kim bilir? Takvimin döngüsünü değil elbette. Dünyanın, doğanın, zamanın, yıllar sonra takvimle “düzenlenip” kayıt altına alınacak olan döngüsünü. Zaten takvim kelimesi, tam olarak buradan türemiş. Doğrultmak, düzeltmek, tanzim etmek, kıymetini belirlemek anlamlarından...
İskoçya’daki keşif
Atalarımızın, yaklaşık 10 bin yıl önce bu döngünün farkına vardığını düşünüyor arkeologlar. Farkına varmaları daha eskidir muhtemelen ama elimizdeki bulgular, bu farkındalığın 10 bin yıl önce İskoçya’da bir tür takvime çevrildiğini söylüyor. 2004 yılında İskoçya’nın Aberdeenshire bölgesindeki kazılarda Ay’ın hareketlerini gösterdiği ve dolayısı ile kamerî ayları izlemeye yaradığı düşünülen 12 oyuk buldu araştırmacılar. M.Ö. 8000’li yıllarda İskoçya’da yaşamış avcı-toplayıcı atalarımızın, bu sistem sayesinde “zaman”ı takip ederek yılın hangi döneminde hangi besinleri bulabileceklerine ilişkin son derece “hayatî” bir bilgiye ulaştığı düşünülüyor.
Mısırlıların takvimi
Mısırlıların günümüzden yaklaşık 5 bin yıl önce doğanın döngüsünü kaydetme isteğinin altında yatan sebep de İskoçya’daki avcı-toplayıcı insan topluluklarınınkine benziyordu. Çok önemli bir farkla tabii. Mısırlılar, doğadan topladıkları, avladıkları besinlerin değil kendi yetiştirdikleri ürünlerin selâmetini düşünüyorlardı. Nil Nehri’nin sularının taşma periyoduna göre tarım yapan Mısırlıların takvimi, tarım ve dolayısı ile Nil ile bağlantılı üç mevsimden oluşuyordu. Taşma dönemini önceden tahmin ettiklerinde ekim ve hasat zamanlarını da belirleyebiliyorlardı. Mısırlıların takvimi, Ay’ın hareketini değil, Dünya’nın Güneş etrafındaki turunu esas alıyordu. Yani bir “güneş takvimi” idi. Bu takvimde bir yıl, otuzar günden oluşan on iki ay ve her yılın sonuna eklenen beş gün ile birlikte 365 günden oluşuyordu.
Sümerlerin etkisi
Sümerlerin geliştirdiği ay takviminde ise bir yıl, 29 günlük beş ay ve 30 günlük yedi aydan müteşekkildi. Güneş yılına göre eksik kalan 10 gün nedeniyle her üç yılda 30 günlük bir ay daha ekleniyordu takvime. Sümerlerin aylara verdiği isimlerden bazıları da bugün hâlâ varlığını sürdürüyor. “Şubat”ın kökeni olan “şubatu” ile “temmuz”un kökeni olan “tammuz/dumuzi” (Milliyet Arkeoloji’nin geçmiş sayılarında ele almıştık) bu aylardan bazıları.
Kıyamet kopmadı!
Çağımızda en dikkat çeken takvimlerden biri, şüphesiz, sansasyonel haberlere konu olan Maya takvimiydi. 2012’de sona erdiği için o dönemde “kıyamet” senaryoları ile gündeme gelen takvimin son günü 9 yıl önce yaşansa da zaman akmaya devam ediyor. Maya takvimi, 20 günlük 13 aydan oluşuyordu. Yani 260 günlük bir döngü üzerine kuruluydu. Ancak Mayaların 365 günlük bir güneş yılını da dikkate aldıkları biliniyor. Ayrıca Mayaların 360 günlük 20 yıldan oluşan bir döngüsü daha vardı. Bu döngünün sürekli tekrar ettiğine ve her döngüde aynı şeylerin yaşanacağına inanıyorlardı.
12 hayvanlı takvim
12 hayvanlı Türk takvimi de ilginç bir döngüyü takip eder. Orta ve Uzak Doğu Asya’da yaygın olarak kullanılan bu takvimde hayvan adlarıyla anılan on iki yıllık süreler esastır. Yıllar sıçan, öküz, pars, yılan, maymun, köpek gibi hayvanlarla isimlendirilir. Ancak bu takvim sisteminde yıl sayısı bulunmaz.
Unutulan bir tür
Dünyanın ve doğanın ritmini kontrol etme isteğinden kaynaklanan bu takvimlerin yanı sıra edebiyat tarihinde bugün pek bilinmeyen bir takvim daha yer alır: Mizahî takvimler. Osmanlı Devleti’nde takvim hazırlama işi “yıldız ilmi”ne vakıf müneccimlerin göreviydi. Osmanlı sarayında görevli müneccimbaşı ve yardımcıları, her yıl iki takvim hazırlardı. Biri senenin ay ve günlerini gösteren alışıldık bir takvim, diğeri ise yıl içinde meydana gelecek olaylar hakkındaki tahminlerin, yapılması uygun olan ya da olmayan işlerin yazıldığı bir “ahkâm” takvimi. Bu takvimde devlet yöneticileri ile çeşitli meslek gruplarından insanlar ve aylar hakkında hükümler bulunurdu. 15. yüzyıldan itibaren bu tür takvimlerin mizahî olanlarının da kaleme alındığı biliniyor. Farklı mesleki ve toplumsal grupların yıl içinde başlarına gelecek olan olayları hicivden, kinayeden, mecazdan faydalanarak ve bazen de müstehcen ifadelere başvurarak anlatan bu mizahî takvimlerin üç farklı örneğinin bulunduğu kayıt altına alınmıştır. Ancak yalnızca 17. yüzyılda Küfrî-i Bahâyiî tarafından kaleme alınan takvim günümüze ulaşmıştır. Tarihi kaydeden takvimlerin tarihine hızlıca göz attık. 1926’dan bu yana resmen kullandığımız “beynelminel takvim”in 2021. yılını geride bırakırken, takvim yapraklarının -yazının başında bahsettiğim- “duygusal imge”sine geri dönüp bir Sezen Aksu şarkısına kulak verelim: “Yıllar mı hızlandı yoksa / Ne çabuk geçiyor upuzun günler, geceler / (...) / Hangi ara koptu yaprak yaprak takvimler?” Ya da belki de en iyisi zamanı takvimlerle bölmeyi bırakıp Bergson’un, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dilinde “yekpâre, geniş bir an”a dönüşen “devamlı akış halindeki parçalanamaz zaman”ına dalmaktır.
Bizans araştırmalarının serüveni
Pera Müzesi ile İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün ortaklaşa düzenledikleri “İstanbul’dan Bizans’a: Yeniden Keşfin Yolları, 1800-1955” başlıklı sergi, Bizans araştırmalarının İstanbul’daki serüvenine ışık tutuyor. Osmanlı başkentinin, Bizans araştırmalarının şekillenmesindeki merkezi rolünü irdeleyen sergi, bugüne kadar yeterince çalışılmamış bir alana odaklanıyor. Sergi, İstanbul Arkeoloji Müzelerinin Bizans koleksiyonları başta olmak üzere önemli bir arşiv seçkisini sanatseverlerle buluşturuyor. Sergide döneme özgü, gösterişli bir üslupta resimlendirilmiş nadir kitaplar, baskı ve haritalar, orijinal arşiv fotoğrafları, belge ve resimler tematik bir bütünlük içinde yer alıyor. İstanbul’un 1800–1955 yılları arasındaki ekonomik, kültürel ve siyasal değişimlerinin Bizans mirasına etkisini, Bizans’ın yeniden keşfini ve bu mirasın geniş bir ilgi alanına dönüşümünü aktaran sergi, 6 Mart 2022 tarihine kadar Pera Müzesi’nde ziyaret edilebilecek.