Geriye dönüp baktığınızda, hayatınızda etkisi olan en önemli insan kim?
Benim babaannem. Aslında biyolojik olmayan, babamı çok küçükken evlatlık alan öz teyzesi, nam-ı diğer Saliş. İstanbul’un İstanbul olduğu zamanlarda, aşık olup evlendiği kocası ile Beyoğlu’nda yaşayan, Kudüs doğumlu, babası saray aşçısı, dünyada en çok anne olmayı hak edip, hiç olamayan ama ablasının oğluna anadan öte analık eden, gencecik yaşta dul kalan, elinden Türk kahvesi ve Maltepe sigarası düşmeyen, balık pazarının Madam’ı, sokak hayvanlarının koruyucusu, içinden hayat enerjisi fışkıran yüce kadın! Ne çok emeği var bende.
Sıklıkla düşünüyorum; hayatımı bu kadar etkilemesinin nedeni ne diye? Aramızdan ayrıldığında bir lise öğrencisiydim. Üniversiteden mezun olduğum, meslek sahibi olduğum, aşık olduğum, anne olduğum, dostlar edindiğim, kazıklar yediğim, en yoğun duyguları yaşadığım zamanların pek çoğunda yanımda olamadı. O zaman neden başkası değil de o diye düşünürüm hep.
Sanırım cevap şu: Hayatın belki de en kolay, dertsiz-tasasız, stabil dönemi sandığımız ama aslında en mühim dönemi olan çocukluk döneminde, hiçbir şey yapmaya çalışmadan, sadece yanımda durduğu ve beni ne yaparsam yapayım hep
Başlık komik olsa da, konu vahim.
Bu aralar ergenlik ile yatıp, ergenlik ile kalkıyorum. Okulda ergenlik dönemini konuşuyoruz. Ergenlikle ilgili araştırma ödevi hazırlıyorum. Çevremdeki ebeveynlerden ergenlikle ilgili çok soru alıyorum ve eğitim içerikleri toparlıyorum. Hal böyle olunca bir ergenlik yazısı yazmanın da zamanı diye düşündüm.
Siz de farkında mısınız, ergenlik dönemi iyice uzadı. Eskiden 12-18 yaş aralığı ergenlik süreci olarak tanımlanırdı. 18 dedin mi ergenlik biterdi, bitmediyse de bir güzel çıkartırlardı. Ancak günümüzde ergenlik başlangıç yaşı iyice düştü, bitiş yaşı da iyice uzadı. Hatta ucu açık! Peki neden?
Ergenlik hayatın olağan bir dönemi
Öncelikle şu kavramları netleştirelim: Ergenlik dediğimiz şey, her insanın mutlaka yaşadığı, topluma, kültüre, çocuğun mizacına ve aile yapısına bağlı olarak farklılık gösterebilen, hayatın bir dönemidir. Tıpkı, çocukluk, yetişkinlik ya da yaşlılık gibi. Erinlik ise çocukların fiziksel olarak, bizi şok edecek şekilde bir hızla büyüme atağı geçirdikleri (buluğ çağı da dediğimiz), ergenliğin başları olarak tanımlanan kısa zaman dilimidir. Ergenlik öncesi döneme, ön ergenlik deniliyor. Bu da 8 ila 12 yaş arasını
En son yazımda ihtiyaç çatışmasından bahsedince, çevremden “Bazen ihtiyacı mı var, yoksa istek mi karıştırıyoruz.” şeklinde yorumlar geldi. O zaman ihtiyaç ve isteklere bakalım.
Türk Dil Kurumu’na göre, ihtiyaç kelimesinin anlamı; gereksinim. İstek kelimesinin anlamı ise; bir şeye duyulan eğilim, talep.
İşin akademik kısmında ise pek çok teori var. Bunlardan en meşhuru sanırım, “Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi.” Bu kurama göre, insanın en temel ihtiyaçları; fizyolojik ihtiyaçlar, güvenlik ihtiyaçları, ait olma ve sevgi ihtiyaçları, değer ihtiyaçları ve kendini gerçekleştirme ihtiyaçlarıdır. Bunlar bizim hayatta kalmamızı ve yaşamımızı doyuma ulaşmış bir şekilde sürdürmemizi sağlayan ihtiyaçlar.
“Bu bizim için ya da senin için neden önemli? Ne işimize yarar?” Bu sorunun cevabı ihtiyacımızdır.
Peki istekler hangi noktada devreye girer? İstekler olmasa ne olur? İstekleri nereye kadar karşılamak doğrudur?
Sanırım isteklerimiz, bireyselleşmeye yani annemizden ayrı biri olduğumuzu keşfetmeye başladığımız andan itibaren şekillenmeye başlıyor. Peki istemek kötü bir şey midir? Tabii ki hayır. Yaşadığımız sürece, ihtiyaçlarımız gibi isteklerimiz de olacak. Bir insanın
İnsan davranışlarının temelini, karşılanmış ya da karşılanmamış ihtiyaçlar oluşturur. En temel ihtiyaçlarımızı, fiziksel ve sosyal ihtiyaçlar olarak ikiye ayırabiliriz ki ben sosyal ihtiyaçlardan bahsedeceğim. Sevgi (sevme ve sevilme) ihtiyacı, ait olma (kabul görme) ihtiyacı ve ifade etme ihtiyacı bunlardan bazıları.
Özellikle küçük çocuklar, ihtiyaçlarını dile getirmeyi bilmedikleri için, farklı davranışlarla dışarı yansıtırlar. Gerçi biz yetişkinlerin de bu konuda iyi olduğumuz söylenemez! Mesela kızınızın, yeterli beslenmiyor olmasının nedeni, sizin yaptığınız yemekleri sevmemesi ya da size gıcıklık yapması değil, fazla kilolu olduğunu düşünüp, okuldaki arkadaşları tarafından kabul görmeye çalışması olabilir. Erken yaştan itibaren çocuklara ihtiyaçlarını ifade etmelerini öğretirsek, davranışlarını anlamlandırmamız da daha kolay olabilir.
Peki herkesin aynı anda bir ihtiyacı olduğunda ne yapacağız? Sonuç illa çatışmaya dönmek zorunda mı?
Öncelikle çatışmadan korkmak, kaçmak anlamsız. Çünkü yaşamın olduğu yerde çatışma da vardır. Üstelik sağlıklı çatışmalar, ilerlemeyi ve yeni fikirleri sağlar, ilişkileri geliştirir.
Ben dinlenmek istiyorum, çocuğum oyun istiyor
Aile
Bugün bir milat olsa ve kendine şu soruyu sorsan, cevabı ne olurdu?
“Çocuğumla ilişkimde neyi farklı yapsam, bazı şeyleri değiştirebilirim?”
Eksikliğe değil var olana odaklanmak
Bu soruyu kendime sıklıkla sorarım. Ama bunu neleri beceremediğim, neleri eksik yaptığım ya da yapamadığımı görmek için değil, elimde olanları nasıl çoğaltabilirim, güçlü taraflarımı nasıl geliştirebilirim diye görmek için yaparım.
Çünkü zaten çevremizdeki tüm uyaranlar, neleri beceremediğimizi bize fazlasıyla gösteriyor. Eksikliklerimizi gözümüze sokuyor. Kültür olarak da hep elimizde olmayanlar için söylenip, sızlanmayı öğrendiğimiz için, kendimizi de başkalarını da yerden yere vurmak konusunda oldukça yetenekliyiz.
O nedenle sizden ricam, lütfen ebeveyn olarak güçlü yanlarınız neler sorun kendinize?
Herkesin farklı güçlü yanları var
Eşli yapılan bir dansa benzetiyorum ebeveyn-çocuk ilişkisini. Uyum sağlayamazsan ya ritim bozuluyor, ya biri birinin ayağına basıyor, ya eşlerden biri ya da ikisi düşüyor. Sonuç olarak o dans akışında devam edemiyor.
Ama önden biraz çalışıp, hareketleri öğrendiğinde ve daha önemlisi gözlerini kapayıp, müziğe kendini, aklını, kalbini, bedenini bıraktığında, uyum ve akışla birlikte keyif de kendiliğinden geliyor.
Zaman değişiyor, yaşam tarzları dönüşüyor. Dolayısıyla ebeveynlik biçimleri de çok değişti. Anne-babalar artık çok bilinçli ve öğrenmeye açık. Etrafta inanılmaz bir bilgi bombardımanı var ve sürekli yapılması ve yapılmaması gerekenler anlatılıyor. Hal böyle olunca da, anne-babalar (özellikle anneler) kendilerini hep doğruyu yapma, mükemmel olma baskısı altında ezilmiş hissediyor. Ama çok iyi, hatasız bir dansçı olmalıyım deyip, gece gündüz çalışan ama yaptığı dansın farkında bile olmayan, hissetmeden dans eden bir dansçı ile dansın mantığını öğrenip, büyük bir keyif ve tutku ile içinden geldiği gibi dans eden dansçı bir olur mu?
Doğru ve Yanlış,Kime ve Neye GöreDoğru ve yanlışın tek bir cevabı yoktur. Doğrularınız, yanlışlarınız, onaylayıp, onaylamadıklarınız
Geçen akşam eve geldiğimde, kızımın montu ve beresi holün ortasında yerde duruyordu. Ben de anında, içimden çıkan “anne Zeynep” rolümle, “Eşyalarını hep yere atıyorsun Derin” dedim. Onun bana cevabı da geç gelmedi: “Atmıyorum, koyuyorum anne!”
Bu cevap karşısında beynimden vurulmuşa döndüm. Evet, demek ki onun dünyasında eşyalarını atmıyordu, yere koyuyordu ve iki kelime arasında dağlar kadar fark vardı. Çocuklarla iletişimde algılarımız çok farklı çalışıyor. Algılar farklı çalışınca, kendimizi ifade ediş şeklimizde değişiyor. Ama işte bütün sır da burada yatıyor. Kendimizi nasıl ifade ettiğimizde!
Kendimizi ifade ederken, duygularımızın tuzağına düşüp, yargılayıcı, küçümseyici, etiketleyici ve eleştirel bir tavır takınınca mesaj asla yerine ulaşmıyor. Ulaşmadığı gibi, çocuğumuzla çok daha büyük krizlere sebep oluyor. Bir kelime, amacını aşıp, çok başka yerlere gidebiliyor. Yani biz söylüyoruz ama çocuğumuz duymuyor. Peki yok mu bunun doğru bir yolu?
Sihirli formül
Sihirli formül öncelikle sorunun kime ait olduğunu bulmak. Yani sorun çocuğun mu yoksa ebeveynin mi? Bu neden önemli? Çünkü çoğu zaman anne-babalar çocuğun olan bir sorunu, kendi sorunu gibi sahipleniyor. (Örneğin ödev
Şimdi yazacağım örneği konuyu anlatabilmek için veriyorum. Yoksa kimsenin anne-babalığını eleştirmek benim haddime değil. Hatta koşulları, olayları bilmeden sadece görünen üzerinden başka anne-babaları eleştiren anne-babaları da onaylamam.
Geçenlerde oturduğum bir restoranda, yan masada oturan bir anne-oğul vardı, yanlarında da muhtemelen anneanne. Birlikte yemek yiyorlardı. Erkek çocuk tahminimce 4 ya da 5 yaşlarında idi. Anne sürekli ama sürekli çocuğun ağzına bir şeyler sokuşturuyordu. Sokuşturuyordu diyorum çünkü çocuk telefonda oyun oynuyordu ve yemekle ilgili herhangi bir ilgisi ya da ne yediğine dair bir fikri yoktu. Tüm bunlara rağmen halen yemek yemek istemediği için, annesi her lokmada başka bir korkutma (tehdit) yöntemi deniyordu. Birinde “bak garson abiyi çağırıyorum” dedi ve çağırdı. Garson da çocuğa “ama yemeğini yemek zorundasın yoksa oyunu oynayamazsın” gibi bir şeyler söylemek zorunda hissetti kendini. Ve çocuk o lokmayı yuttu. Bir diğer lokmada yine reddedince, anne bu sefer “babanı arıyorum yemezsen” dedi. Çocuk hemen o lokmayı da attı ağzına. Bu süreç bir süre böyle devam etti. Aralarında herhangi bir etkileşim yoktu korkutarak yemek yedirmeye çalışmaktan başka!
S