Çatalhöyük ve benzeri ören yerlerinde ortaya çıkan kültürel birikimleri araştırıp, değerlendirmemiz önemli. Geçmişten günümüze ulaşan bu birikimleri çağdaş beklentilere cevap verecek şekilde üretim alanına kazandırmalıyız. Anadolu’nun sahip olduğu pek çok birikime yabancı gibi durmaktayız. Onun bize söylemek istediği veya söyleyip bizim duymazdan geldiğimiz zenginliğin acilen farkına varmamız gerekiyor.
“Dünyanın en eski şehri neresi?” diye araştırdığımızda karşımıza çok sayıda şehir ismi çıkmakta. İlk şehirlerin Dicle Nehri ile Fırat Nehri’nin oluşturduğu Mezopotamya’da, Nil Nehri çevresinde Mısır’da, İndus Nehri’nin oluşturduğu uzun vadide, Sarı Nehir ve Yangtze Nehri çevresindeki alanlarda oluştuğu söylenmekte. Mezopotamya’da Uruk, Ur, Babil, Mısır’da Memphis, Thebai, İndus Vadisi’nde Mohenjo-Daro, Sarı Nehir ve Yangtze Nehri çevresinde Linzi ve Xianyang gibi yerleşim alanları da ilk şehirler olarak belirtiliyor. Bu arada Lut Gölü çevresinde bulunan Eriha gibi yerleşmelerin bir şehir mi, yoksa geçici bir konaklama alanı mı olduğu konusunda da çeşitli görüşler ileri sürülmekte.
James Mellaart
1958 yılında James Mellaart, David French ve Alan Hall Anadolu yaylasında yaptıkları yüzey araştırmaları sırasında Konya’nın Çumra ilçesi yakınlarında bir höyüğe rastlarlar. Büyük kerpiç binaları ve Neolitik döneme ait çanak çömlek buluntuları görünce önemli bir keşif yaptıklarını anlarlar. O sırada Mellaart, Hacılar Büyük Höyük Kazısı ile meşgul olduğu için bu alanda kazı çalışmalarına başlayamaz. 1961 yılında başlayan kazı çalışmaları onun yönetiminde 1965 yılına kadar sürer. 1993 yılında Ian Hodder’in kazıları tekrar başlatmasına kadar geçen otuz yıla yakın süre içinde başka hiçbir çalışma yapılmaz.
450 metre uzunluğunda, 300 metre genişliğinde, 135.000 metrekarelik alanı kapsayan 21 metre yüksekliğindeki iki höyük, 18 iskân katından oluşmakta olup MÖ 7.400 yılından itibaren (günümüzden yaklaşık 9.500 sene önce) yapılaşmaya başlamıştır. MÖ 6.000 yılına kadar birbiri üzerine inşa edilen yapılar, 1.400 yıl boyunca varlığını sürdürmüş olup daha sonra çevresinde yer aldığı gölün veya göllerin kuruması üzerine tüm yerleşme alanı terk edilmiştir.
Çatalhöyük
Orta Anadolu’daki bu yerleşme alanı “Çatalhöyük” adıyla anılmaktadır. Höyüğün farklı yükseltideki iki tepesinin çatal şeklinde olması nedeniyle “Çatal” adının verildiği düşünülmektedir.
Bu kadar erken bir tarihte, insanların daimî yerleşmeye, bitki ve hayvanları evcilleştirmeye başlamaları, bu büyüklükte ve devamlılıkta bir yerleşmenin varlığı dünya kültür tarihi açısından çok önemlidir. Mellaart’ın başlattığı kazı çalışmaları arkeoloji dünyasını şaşkınlığa düşürür. Her iskân tabakasında sayısı 30 kadar olan yapı, toplamda farklı iskân katlarında 160 yapı gün ışığına çıkarılır. Her yapıda, sayısı 5-10 kişi arasında değişen birer ailenin yaşadığı düşünülmektedir. En gelişmiş döneminde Çatalhöyük’ün nüfusunun 8.000 kadar olduğu düşünülmektedir. Her yapı, günlük yaşam, yemek pişirmek, uyumak için kullanılan bir ana oda ile depolama ve yiyeceklerin saklanması için kullanıldığı düşünülen yan odalardan oluşmaktadır. Bu görüntü erken döneme ait benzer yerleşmelerde de karşımıza çıkmaktadır.
Binaların konumu
Çatalhöyük yapılarının tamamı güneşte kurutulmuş çamur ve saman karışımı dörtgen kerpiç elemanlar, kamış ve ağaç direğin birleşimi ile inşa edilmişlerdir. Günümüz Anadolu kerpiç yapılarının mimarisi ile benzer özellikler taşıyan bu yapı teknolojisinin binlerce yıldır çok az değişiklikle uygulandığı anlaşılmaktadır. Çatalhöyük’ün ilginç yönü, yerleşmeyi oluşturan binaların birbirine yapışık olmasıdır. Yapıların komşu duvarları her iki yapı için ortaklaşa kullanılmaktadır. Yerleşme alanında çok az sayıda sokak bulunmaktadır. Konutlara damlarındaki girişten ulaşılmakta, bir merdivenle yapı zeminine inilmektedir. Barınma ihtiyacını gidermek amacı ile kullanılan mekânların içleri zengin bir sanat anlayışı ile bezenmiştir. Duvar resimleri, kabartmalar, heykeller, “Ana Tanrıça” olduğu sanılan kadın figürleri bulunmaktadır. Resim ve kabartmaların bulunduğu mekânların diğer odalardan büyük olduğu göz önüne alınarak kutsal odalar olarak nitelenmektedirler. Bu mekânların zeminlerine ölülerin gömüldüğü de görülmüştür. Bu buluntu evlerin aynı zamanda “Ata mezarı” olarak da kullanıldığını göstermektedir.
Çatalhöyük’ün içinde bulunduğu Neolitik dönem, insanlığın yeryüzündeki tüm yaşamı boyunca geçirdiği en büyük değişikliği yansıtmaktadır. Bu dönemde insanlar köyler, küçük kentler oluşturmaya başlarlar. Çiftçilik en önemli uğraş hâline gelir ve sosyal hiyerarşi oluşmaya başlar.
Çanak çömlek
Günümüzde bilinen en eski çanak çömlek örnekleri bu yerleşmede bulunmuştur. Yaklaşık 9.000 yıl önceye ait olan bu seramik örnekleri Neolitik dönem özelliklerini taşıyan biçimlerdedir. Bulunan toprak kaplar çoğunlukla siyah ve kırmızı renk tonlarındadır. Oval biçimli bu seramik kapların, Neolitik dönem sonlarına doğru geometrik motiflerle bezenmeye başladığı anlaşılmaktadır. Çakmak taşı ve dönemin en önemli ticaret malı olan obsidyenden yapılmış ok ve mızrak uçları, aynalar, taş ve kilden yapılmış kalıplar, kemikten imal edilen günlük kullanım araçlarının yanı sıra süs eşyası olarak kullanılan bilezik ve kolyeler de günümüze erişen buluntulardır.
Duvar resimleri
James Mellaart 1961-1965 yılları arasında yaptığı kazılar sırasında çok sayıda duvar resmine ulaşır. Belgelemek amacıyla çizdiği eskizler ve mulajlar ile bu buluntuları tüm dünyaya duyurur ve büyük bir ilgi ile karşılanır. Muhtemelen günümüze kadar hiçbir Neolitik dönem yerleşmesinde görülmeyen bu duvar resimleri, geometrik motifler, av sahneleri, dinî ritüeller, uçan akbabalar gibi olayları sahnelemektedir. Bu resimlerin en ilginci şüphesiz 3.00 x 0,90 santimetre ebadındaki Çatalhöyük yerleşim planıdır. İnsanlığın varoluşundan itibaren günümüze ulaşan bu en eski şehir planında genel olarak kırmızı renk kullanılmış olup ön plandaki yerleşim dokusunun arkasında tepesinden duman püskürten bir dağ bulunmaktadır. Ancak son zamanlarda kırmızı renkli, üzerinde kırmızı noktalar olan bu çizimin bir dağı betimlemediği, bir leopar postu olabileceği de ileri sürülmektedir.
Toprak Ana
Çatalhöyük’te bulunan kadın figürlerinin üremeyi ve kadının bereketini vurguladığı düşünülmektedir. Neolitik dönemde tarım yaygınlaştıkça tahıl üretimindeki verimin yükseldiği, insan ve evcil hayvan sayısında artış olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda doğurganlık önem kazanmaya başlar. Doğurganlığın önem kazanması “Toprak Ana” kavramı ve bununla ilişkili bazı dinsel ayinlerin ortaya çıkmasına yol açar. Daha sonra “Kibele” adı ile anılacak olan “Toprak Ana” doğanın canlılığının, toprağın bereketinin bir simgesi olarak önem kazanır. Hamile bir kadının karnının büyümesi, ürün veren toprağın kabarmasına benzetilir. Toprak ne kadar bol ürün verirse, insanların sayısı o kadar artacaktır, aksi takdirde insan sayısı azalacak ve topluluğun zamanla yok olmasına sebep olacaktır. İnsanların bu dönemde toprağı bir kadın, kadını da tanrı olarak gördüğü, her iki kavramın birleşmesiyle “Toprak Ana” figürünün ortaya çıktığı düşünülmektedir.
Gelecek için
Çatalhöyük ve benzeri ören yerlerinde ortaya çıkan kültürel birikimleri araştırıp, değerlendirmemiz gerekiyor. Geçmişten günümüze ulaşan bu birikimleri çağdaş beklentilere cevap verecek şekilde üretim alanına kazandırmalıyız. Anadolu’nun sahip olduğu pek çok birikime yabancı gibi durmaktayız. Onun bize söylemek istediği veya söyleyip bizim duymazdan geldiğimiz zenginliğin acilen farkına varmamız gerekiyor. Bu konudaki çalışmaların bürokrasi içinde yapılması, geliştirilmesi ve üretime aktarılmasının mümkün olmadığını gördüm ve görmeye de devam ediyorum. Ülkemizin en kısa süre içinde kanunla kurulmuş ve yetkilendirilmiş, özgür çalışma imkânına sahip yeni kurumlara ihtiyacı var. Son yıllarda giderek artan bir hızla ortaya çıkan buluntular Anadolu’nun tüm insanlık açısından ne kadar önemli olduğunu vurgulamakta. Her ne kadar sahibi biz olsak da bu birikim yalnız bizim değil tüm insanlığın mirasıdır ve bir dönem bunu muhafaza etme sorumluluğu bize aittir.
Sahip olduğumuz emanetin değerini yeteri kadar anladığımız konusunda oldukça kuşkuluyum. Bu birikimin değerlendirilmesi ve ülkemizin zenginleşmesi için kullanma açısından yeteri kadar çalışmadığımız ise aşikârdır. “Sahip olduğumuz kültürel birikimi, yeryüzünde kültürel bir hegemonya oluşturmak için kullanmayı düşünen var mı?” diye sormak istiyorum. Bu kadar yoğun bir kültürel birikime sahip olan ülkemizin dünyada oluşturduğu algının daha yüksek olması dileğiyle…
Ian Hodder (Ed.), Çatalhöyük, İstanbul, 2006.
Marc Van de Mieroop, (Çev. Sinem Gül), Eski Yakındoğu Tarihi, İstanbul, 2018.