Türkiye orta gelir tuzağına girdi mi, girmedi mi? Bu konuda farklı ölçütlere göre farklı görüşler var. Kesin olan şey eğer girmemişsek bile girmek üzere olduğumuzdur.
Orta gelir tuzağı basit bir ifadeyle, bir ülkenin kişi başına gelirinin düşük seviyelerden orta düzeye yükseldikten sonra orada takılıp kalmasıdır. Türkiye 2001 krizinin ardından başlattığı reformlar ve verimlilik artışı ile düşük-orta gelir grubundan hızla üst-orta gruba yükseldi ancak orada kaldı. Kişi başına milli gelir 2008’ten bu yana yerinde sayıyor. Şaşırtıcı mı? Hayır. Nedenini anlamak için bazı göstergelere bakmak yeter.
Türkiye’de araştırma ve geliştirme harcamalarının milli gelire oranı son 10 yılda yüzde 1’i ancak buldu. Yüksek gelir grubundaki ekonomilerde bu oran yüzde 3’ün üzerinde. Demek ki onlar kadar Ar-Ge ve inovasyon yapamıyoruz. Bizi bir üst gelir düzeyine taşıyacak katma değerli ürünleri üretemiyoruz.
Okul öncesi eğitimde geriyiz, okullaşma oranı düşük, eğitim kalitemiz yetersiz. Mesleki ve teknik eğitimde çok aşağılardayız. Yüksek gelir grubundaki ülkelerde ortalama 11-12 yıllık örgün öğretim var, bizde 6-7 yıl. Bırakın 25.000 doları bu düzeyde bir eğitimle şu andaki kişi başı gelire ulaşmış olmamız bile bir mucize.
Kadınların işgücüne katılım oranı bizde yüzde 30 dolayında, gelişmişlerde ise 50’nin üzerinde. Ayrıca işgücü piyasamız yeterince esnek değil.
İç tasarruflarımız yüksek hızda büyümeyi finanse edecek kadar yüksek değil. Bu nedenle dışarıdan kaynak buldukça büyüyebildiğimiz bir modelimiz var. El parasıyla da ancak bu kadar oluyor.
İmalat sanayii ihracatında yüksek teknolojili ürünlerin payı yüzde 3. Oysa gelişmişlerde bu oran çift hanelerde. Ucuz mal üreterek yüksek gelir grubuna girebilmiş ülke yok. Bu oranı artıramadığımız sürece domatesi konuşur dururuz.
Bizde dolaylı vergilerin toplamdaki payı gelişmiş ekonomilere göre çok yüksek. Sorun dolaylı vergi oranlarının yüksekliği değil, doğrudan vergilerin toplandığı tabanın darlığıdır. Şükrü Kızılot’un yıllar önce yazdığı gibi sadece Maliye’nin radarına girmiş “kümesteki kazlar”dan değil, kayıt dışında kalmış “yaban kazları”ndan vergi toplamak gerekir.
Özetle, ekonominin mevcut yapısıyla 2023’te 25.000 dolarlık kişi başı gelir seviyesine ulaşmak mümkün değil. TL’nin ılımlı bir reel değerlenme içinde olduğu senaryoda en iyimser ihtimalle 17,000’i bulsak iyidir. 25.000’e ulaşmak için enerji ve işgücü verimliliğini artıracak, vergi tabanını genişletecek, kayıt dışını daraltacak, eğitim kalitesini artıracak ve daha yüksek teknolojili ürünlerin üretilmesini teşvik edecek önlemleri devreye sokmak gerekiyor. Bu reçete bugüne kadar onlarca ekonomist ve politikacı tarafından defalarca dile getirildi; parti ve hükümet programlarında yer aldı, ancak bir türlü aksiyona dönüşemedi.
Güngör Uras çok özel bir insandır. Muazzam enerjisiyle hiç durmayan üretken bir makine gibidir. DPT uzmanlığı, TÜSİAD genel sekreterliği ve özel sektörde üst düzey yöneticilikler üstlendi. 1968’den bu yana köşe yazarlığı yapıyor. NTV ekonomi programlarında yorumcu olarak yer alıyor. Karmaşık ve biraz da sevimsiz olan ekonomiyi basitleştiriyor, en sade haliyle herkesin anlayacağı şekilde yazıyor ve yorumluyor. Bir de akademisyen yönü vardır. Mütevazıdır, çoğumuz onun profesör unvanına sahip olduğunu bilmeyiz bile.
Güngör Uras’ın yeni bir kitabı çıktı: “Sanayileşecektik, Büyüyecektik, N’oldu Bize?” Aslında başlıktaki soruyu soran eski bakan ve maliyecilerden Cahit Kayra. Türkiye’nin yetiştirdiği mücevher aydınlardan biri. Güngör Uras Kayra’nın sorusundan ve bu soruya verdiği yanıttan yola çıkarak Türkiye’nin sanayileşmesinin hikâyesini yazmış.
“Sanayileşmenin önemini önce anlayamadık,. Sonra kaçan treni yakalama arayışına girdik. O çelme taktı, bu engelledi. Her şeye rağmen sanayileşir gibi olmuştuk ki... Bırakınız yenilerini, eskileri bile elden gitti. 1953’te sınırları açtık, üretmemeyi kabullendik” diye başlıyor kitap. Ayşe Teyze sormuş, Güngör Uras anlatmış. “Niyet iyi de netice kötü” diyor. “Biz yola geç çıktığımız için, bizden önce yola çıkanlara yetişmekte zorlanıyoruz”. Ne yapmak lazım? “Bu kısırdöngüden kurtulmak zorundayız. Kısırdöngünün dışına çıkışın tek yolu, planlı ekonomiye dönmek, yeni bir atılım programı ile sanayileşmeye, kalkınmaya yönelmektir.” Okumanızı tavsiye ederim.
Hatadan dönüldü ama...
Hükümet banka senedi planından vazgeçti. Doğru yaptı. Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli “Biz basit bir araç olarak düşünmüştük ama bu hassasiyetten sonra çekiyoruz. Merkez Bankası hiçbir şekilde bunu araç olarak kullanmayacak” dedi.
Banka senedi bankaların kredi alacaklarını menkul kıymetleştirerek içerde ve dışarıda pazarlamalarına imkân veriyordu. Aslında bankalar varlığa dayalı menkul kıymet ihraçlarıyla bunu zaten yapıyorlardı. Şimdi farklı olan ve ekonomistleri ürküten şey, banka senetlerinin gerektiğinde TCMB tarafından sisteme likidite enjekte etmek için kullanılabilecek olmasıydı. Bu yolla TCMB bankaların kredi riskini üstlenmiş ve piyasaya kalıcı likidite pompalamış olacaktı. Büyümenin finansmanı bir ölçüde Merkez Bankası kaynaklarıyla para basılarak sağlanacaktı.
Topladıkları 100 birim mevduata karşın 120 birim kredi veren, yani sınırlarını zorlayan bankalar, daha fazla kredi açabilmek için ne yapmalılar?
1- Daha fazla mevduat toplamalılar. Bu, bankaların mevduat yarışına girmelerine ve faiz artışına neden oluyor. Mevduat faizlerindeki bu yarış kredi faizlerine de artış olarak yansıyor. Dolayısıyla çok rahat kullanılacak bir yol değil.
2- Yurt dışından daha fazla kaynak bulmak lazım. Ancak dış borçlanmanın maliyeti eskisi kadar düşük değil. Bankalar vadesi gelen sendikasyon kredilerini döndürmenin ötesinde çok fazla taze borçlanma yapmıyorlar. Dolayısıyla bu yol da rahat kullanılacak bir yol değil.
3- Patronların taze sermaye koyması lazım. Ama sermaye karlılığının düşük olması, temettü dönüşlerinin kısıtlılığı gibi nedenlerle buna yanaşmıyorlar. Belki de koyacak taze paraları yok.
4- Merkez Bankası bankalara daha fazla para vermeli. Ama enflasyon hedefinden oldukça uzaklaşan TCMB mecburen verdiği parayı kıstı, maliyetini ise artırdı. Bu da kredi faizlerine artış olarak yansıyor.
5- Şapkadan tavşan çıkarmak lazım ki banka senedi uygulamasıyla bu yapılmak istendi. TCMB para politikası uygulamasını zayıflatan, enflasyonist olabilecek ve Merkez Bankası’nı kredi riskiyle karşı karşıya bırakacak, kısacası yan etkisi çok fazla olan bir yoldu.
Yanlış bir uygulamadan vazgeçildi. Ancak sorun çözülmedi. Hükümeti bu adımı atmaya yönelten neden hala devam ediyor. Büyümenin finansmanı gibi bir sorunumuz var. Sermaye piyasalarımız oldukça sığ. Yük kalıyor bankacılık sistemine. Yapısallaşmış bir sorunun çözümü için hala fiyat istikrarını sağlayamamış bir Merkez Bankası’nı devreye sokmak yerine farklı yöntemlere yönelmek gerekir.