Türkiye BBB notuna ilk defa 1992 Mayıs ayında kavuştu. Ama iki yıl bile geçmeden 1994 başında kaybetti. Tekrar BBB’yi alabilmesi için 2013 yılının Mayıs’ını beklemesi gerekti. Geçen yıl ise tekrar BB’ye düştü. Hafta sonu yapılan Uludağ Ekonomi Zirvesi’ndeki bir panelde konuşan Türkiye İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali’nin dediği gibi “Tam 19 yılda geri aldığımız notu 3 yılda kaybettik.”
Aslında bu konuyu çok konuştuk. Nottaki düşüş kararının siyasi olup olmadığı, düşüşün ardında hangi faktörlerin bulunduğu üzerine çok yazıp çizildi. BBB notuna sahip olmak bir ülke için önemli bir kazanımdır. Türkiye bu ayrıcalığını kaybetti. Yatırım kategorisindeki notlara sahip ülkelerin borçlanma piyasalarında hayatları daha kolaylaşır, Türkiye bu imkandan yoksun kaldı. Ancak Bali’nin panelde dikkat çektiği önemli bir başka nokta daha vardı: “Türkiye en fazla doğrudan yabancı yatırımları BBB değil, BB notuna sahip olduğu dönemde çekti. Neden? Çünkü güçlü bir hikâyesi vardı.”
Gerçekten de Türkiye’ye en fazla doğrudan yabancı yatırım 2006-2008 yıllarında geldi. 2007 ‘deki 22 milyar dolarlık giriş bizim tarihimizde bir yılda gördüğümüz en yüksek rakamdır. 2006’daki 20.6 milyar ve 2008’deki 19.8 milyar dolarlık girişler de tarihi ortalamamızın çok üzerindeki hareketlerdi. Bu yılların tamamında Moody’s, S&P ve Fitch Türkiye’yi BB seviyesinde yani “spekülatif” not kategorisinde derecelendiriyordu.
O dönemde var olan güçlü hikaye ise AB ile başlayan tam üyelik müzakereleri ve buna paralel ekonomi, hukuk, idare ve sosyal hayat ile ilgili alanlarda atılmaya başlanan adımlardı. Yani reform süreciydi. Bu süreçte ihracatımız neredeyse 2’ye katlandı. Yeni ihracat pazarları yaratıldı, mevcut pazarlarla daha güçlü bağlar kuruldu. Komşularla ticari ilişkiler hızla gelişmeye başladı. Suriye ile ticaret hacmimiz bile ilk defa 1 milyar doları 2007’de aştı. Hikaye güçlüydü; güçlü olunca da yatırım seviyesindeki BBB kredi notuna sahip olmasak bile daha fazla mal satıp, daha fazla yatırım çekebiliyorduk. BB notuna sahip olmamıza rağmen BBB olanlarla aynı koşul ve maliyetlerle borçlanabiliyorduk.
Kısacası, Türkiye’nin yüksek işsizliği aşağı çekmek için büyümeye ihtiyacı var. Büyümeyi finanse etmek için ise dış kaynaklara ihtiyacı var. Dış kaynakları çekmek için ise iyi bir hikayeye ve bu hikâyeyi inandırıcı kılacak aksiyonlara ihtiyacı var. Hamasetle ancak birbirimizi idare edebiliriz, dış âlemi değil.
Sanayiciliğe dönüş olmalı
Konut sektörünü ya da futbolu konuştuğumuz kadar sanayiyi konuşsak ne iyi olur değil mi? Hafta başında gazetelerde Türkiye’nin önde gelen işadamlarından Hamdi Akın’ın sanayiciliğe dönmeyi hedeflediği haberi vardı. Aynı gün Güngör Uras’ın “Bizi Sanayi Büyütür” başlıklı yazısını okuyunca, Türkiye’de sanayiciliğin kaybolan cazibesi aklıma geldi.
Yıllarca ekonominin lokomotifi sanayiydi. Hâlâ da öyledir. Ekonomide yüzde 25 gibi bir payı var ama diğer sektörlerle etkileşimi oldukça yüksektir; tarıma, ticarete, tüm hizmetler sektörüne can verir. Sanayi istihdam demek, ihracat demektir.
Kârlılık düştükçe sanayicilik zorlaştı. Sanayi şirketlerinin kârlılıkları azaldı, satış gelirlerindeki artış enflasyonun altında kalmaya başladı. Borçları arttı, yabancı para pozisyon açıkları genişledi. Bu koşullarda sermayeyi sanayiye bağlamak sermayedarlara çok cazip gelmemeye başladı, yatırım iştahları azaldı. Bunu yatırımların gayrisafi yurt içi hasılaya olan katkılarından ya da banka kredileri içinde imalat sanayiinin azalan payından görebiliriz. Bir de rakamlarda değil ama vaka bazında gördüklerimiz var. Köklü sanayiciler imalat sektöründeki varlıklarını azaltıp, hizmetler, gayrimenkul ya da enerji gibi sektörlere girmeye başladılar.
Bu eğilimin nedeni imalat sanayiinin artık karlı bir yatırım alanı olarak görülmemesi ve geleceğe ilişkin artan belirsizlik. Oysa Türkiye yüzde 11’in üzerindeki işsizliği normal seviyelere çekebilmek için yatırım ve üretim yapmak zorunda. Bölgesel gelişmişlik farkını gidermek için de yatırımları teşvik etmekten başka çare yok.
O nedenle, Hamdi Akın’ın sanayiye dönüş planını ve yatırım yapmayı planladığı bölgenin güneydoğu olduğunu duyunca umutlandım.
Burada öncü rolü oynaması gereken devlettir. Sanayiye dönüşü canlandırmak hükümetin elindedir. Hükümet önce elindeki sanayi politikası araçlarıyla bu yönlendirmeyi yapmalı, ondan sonra yatırımcıya neden yatırım yapmadığını sormalıdır. Kamu alımlarından vergi politikalarına, teşviklerden imar düzenlemelerine kadar birçok araç var elinde.
Cazibe Merkezleri Destekleme Programı gibi normal yatırım teşviklerinin yanı sıra anahtar teslimi fabrikadan ücretsiz yatırım danışmanlığına kadar başka desteklerin de sağlandığı uygulamalara ilgi artırılmalı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da büyüme merkezleri oluşturma planı ancak Hamdi Akın gibi yatırımcıları çekerek mümkün olacaktır.
İngiltere’nin boşluğu dolar mı?
İngiltere iki yıl sürmesi beklenen AB’den ayrılık sürecini dün resmen başlattı. Şimdi iki tarafı da önemli bir belirsizlik süreci bekliyor. Bakın neler olabilir:
İngiltere AB’nin en büyük 2. ekonomisi. AB’nin toplam GSYH’sinin yüzde 20.6’sını Almanya, yüzde 17.5’ini İngiltere, yüzde 14.8’ini Fransa ve yüzde 11.2’sini ise İtalya üretiyor. Dolayısıyla AB ekonomisi bu sürecin sonunda en büyük parçalarından birini kaybedecek, küçülecek.
İngiltere aynı zamanda Almanya ve Fransa’nın ardından AB bütçesine en fazla katkı yapan 3. ülke. Bu demektir ki AB önemli bir finansörünü kaybedecek. 2015 yılında 18.2 milyar euro katkıda bulundu. Bu toplam 118.6 milyar euro’luk AB bütçesinin yüzde 15.4’ü demek. Buna karşın AB bütçesinden bu rakamın yarısı kadar bir tutarı kullandı. Şimdi mesele İngiltere’nin ayrılmasıyla bütçede doğan açığın nasıl kapatılacağı.
AB’de önümüzdeki dönemde ciddi bir bütçe kavgası çıkabilir. Daha şimdiden, “Bana bakmayın, benim daha fazla para verecek halim yok” diyen birçok üye var. Görünen o ki İngiltere’nin yapmayacağı katkıyı Almanya üstlenmek zorunda kalabilir. Çünkü diğerleri ellerini ceplerine koymama konusunda kararlı. Bir de bütçenin küçültülmesi gerektiğini söyleyen Danimarka gibi üyeler var.
İngiltere dünyada nükleer güce sahip sayılı ülkelerden. Aynı zamanda BM Güvenlik Konseyinde veto hakkı olan daimi 5 üyeden biri. AB böyle bir üyeden ve onun diplomatik, nükleer ve askeri gücünden yoksun kalacak.
Fransa’nın AB’nin NATO’yu dışlayarak kendi içinde daha fazla savunma işbirliğine gitmesini istiyordu. İngiltere ise buna karşı çıkıyordu. Artık Fransa’nın eli daha rahatlayacak. Fransa’nın bu konuda güçlenmesi Türkiye’yi de kaygılandıran bir gelişme olabilir.